Seyahat

Anadolu’nun İnci Tanesi Alanya

Saat 9, bir yaz sabahı. Yol göründü, gün seyahat günüdür. Ufukta yeni mekânlar, birbirinden ilginç güzellikler, yani Alanya görünüyor. Rotamız Akdeniz’e çevrildi. Navigasyona bulunması gereken yer olarak Alanya girildi. Navisgasyondan cevap geldi; “10 kilometre düz git, köprüden önce son çıkışı geç, 850 km sonra hedeflediğin güzelliğe ulaşacaksın”. Tabi ki bu yol güzergâhı İstanbul’a göre.

Yaklaşık 10 saatlik yolculuk her ne kadar gözümüzü korkutsa da Alanya’da görmeyi umduğumuz güzelliklerin düşüncesi, korkuyu hevese çevirmeye yetiyor, yetiyor da artıyordu. Velhasıl-ı kelam netice-i meram yola koyulduk. Sakarya, Kütahya, Afyon, Isparta derken, nihayet Alanya yoluna ulaştık. Zaman geçtikçe kilometre azalıyor, içimizdeki heyecan ise ziyadeleşiyordu. Sol yanımızda yemyeşil çam ormanları ve yüksek Toroslar, sağ yanımızda masmavi Akdeniz. Gittik, gittik, gittik… Alanya 30 km, 20 km, 10 km… Nihayet belirdi Alanya.

Neden mi Alanya’yı seçtik. Çünkü Alanya hem tarih kokuyor hem de doğal güzellikleriyle bugüne hitap ediyor. Tarihi dokusu geçmişle olan bağlarımızı hatırlatıyor. Geçmişimizi bize hatırlatırken, geleceğimizi de ona göre kurmamızın gerekliliğini anlatıyor.

Alanya’yı gezmeye kaleden başladık

Gelir gelmez kendimizi şöyle bir yokladık. Her ne kadar yorgun olsak da şehri hemen gezmeye başlayalım dedik. Ele geçen fırsatı en iyi şekilde kullanmak lazım değil mi? İlk hedef Alanya Kalesi’nden gün batımını izlemek çok farklı. Kale, adeta bir burun gibi denize doğru uzanıyor. Kısmen güzel yollardan, tarih kokan evlerin arasından usulca zirveye ulaştık. İç kale diye tabir edilen yerden içeriye girdik.

Bu güzel kaleyi ve şehri bizlere Anadolu Selçuklu sultanı 1. Alaeddin Keykubat miras bırakmış. Her bir taşında tarihin izlerini ve kokusunu hissedebildiğimiz kaleyi yerli ve yabancı birçok seyyah gezmiş ve görmüş. 1332 yılında İbn-i Batuta, buradaki kerestenin İskenderiye, Dimyat ve diğer Mısır şehirlerine ihraç edildiğini; 1650 yıllarına doğru Katip Çelebi, Alanya Kalesi’ni ihtişam bakımından Bağdat kalesi ile mukayese ederek burada pamuk, ipek ve susam yetiştirildiğini; 1671 yılında Evliya Çelebi ise 300 evin, 2 medresenin, 6 çocuk mektebinin, 3 hanın, 1 hamamın, 1 çeşmenin ve 150 dükkanın bulunduğunu, bütün sokakların merdivenli olduğunu, ulaşımın katır ve eşeklerle yapıldığını anlatır.

Elbette bugün ulaşım eşeklerle veya katırlarla yapılmıyor. Onların yerini artık arabalar aldı. Evliya Çelebi’nin bahsettiği gibi 300 ev de yok artık. Çok az ev kalmış geriye. Bazıları yıkılmış, bazıları ise dimdik ayakta. Ayakta kalanlardan birkaç tanesi müze haline getirilmiş. İçerisinde eski Alaiye yöresinde kullanılan eşyalar, süsler yer alıyor.

Kalenin birçok yeri otlarla, makilerle, ağaçlarla kaplanmış. Keçiboynuzu ağaçları, badem ağaçları ve daha niceleri. Enteresan bitkiler de var içerisinde. Frenk yemişi bunlardan sadece bir tanesi. Eskiden de bu bitkiler var mıydı bilinmez. Bilinen bir şey varsa o da kalenin ihtişamlı zamanlarından çok uzakta olduğu. Ama eskinin izlerini hâlâ kalenin sokaklarında, duvarlarında, yollarında ve evlerinde görebilirsiniz. Ne tarafa baksanız tarih kokuyor, tarih görünüyor. Eskiler hiçbir şeyi israf etmemişler. Buna en güzel misal bir duvarın içinde gördüğümüz dibek taşıydı.

İç kaleye girdikten sonra meşhur taş atma yerini duyan olmuştur. Anlatılanlara göre eskiden, hayatının bağışlanmasını isteyen kölelere bir hak verilirmiş. Köleler kendilerine verilen taşı denize ulaştırmayı başarabilirlerse özgür kalırlarmış. Fakat daha taşı denize ulaştıran kimse çıkmamış. Bu sebepten biz de elimizi taşa sürmedik.

Nihayet güneş batıyor. Sarı, kırmızı, turuncu, gri derken simsiyah bir gece ve bize kalan doyumsuz bir gün batımı manzarası. Muhteşem gün batımını ve günün geceye dönüşünü izlerken Allah’ın varlığını, birliğini ve büyüklüğünü düşünmemek elde değil.

Gecenin ilerlemesi ve yorgunluğun omuzlarımıza daha da yüklenmesi bizi ister istemez istirahate mecbur ediyor. Mecbur ediyor diyorum, çünkü bu güzel manzarayı bırakmak hiç içinden gelmiyor insanın.

Kızıl kule ve tersane

Nihayet sabah oldu. Gece gördüğümüz güzelliklerin tesiri, bizi sabahın ilk ışıklarında uyanıp, hızla kahvaltımızı yaptıktan sonra hemen dışarı çıkarttı. Bugün hedefte Kızıl Kule ve tersaneler var. Ellerde fotoğraf makineleri, gözlerde heyecanın ışıltıları ile geldik kulenin önüne. Akşam karanlığında fark edememiştik ama aydınlıkta görünce ismine neden “kızıl” dendiğini anlamamız kolay oldu. Alanya Kalesinin doğu kıyısında bulunan bu kule, tamamen kırmızı taşlardan yapılmış. Kulenin dik ve hafif yüksek 87 basamağını bit hışımla çıkıp gözetleme güvertesi olarak kullanılan üstü açık alana ulaştık. Buradan hem kaleyi, hem tersaneyi hem de şehrin bir kısmını görme imkânı bulunuyor.

Manzarayı temaşa ettikten sonra tersaneye doğru yollandık. Zaten ikisi birbirine çok yakın. Kuleden indikten sonra deniz kıyısındaki surların üzerinden tersane tarafına geçtik. Tersanenin girişinde gördüğümüz 1. Alaeddin Keykubat’ın kocaman arması, buranın hangi zamandan bugünlere geldiğini ifade ediyordu adeta bizlere. Kemerli beş gözden oluşan tersane, gün ışığından en fazla yararlanılacak şekilde planlanmış. Ayrıca bu tersane Selçukluların Akdeniz’deki ilk tersanesiymiş. Tersane içerisindeki müzeyi mutlaka görmelisiniz. Eskiden kalan gemi iskeletleri, gemicilikte kullanılan alet edevat görülmeye değer.

Bugün hem tersane hem de Kızıl Kule, zamanın sert darbelerine rağmen hâlâ bütün ihtişamı ve güzelliğiyle ayakta duruyor.

Damlataş mağarası

Tarihi güzelliklerin yanında az da doğal güzellikleri görelim istedik. Ve bu sefer gideceğimiz yer kalenin batı kıyısındaki Damlataş mağarası. Girişinde yazan dev gibi “Damlataş Mağarası” yazısı sayesinde burayı bulmamız pek de zor olmadı. Mesafe olarak da Kızıl Kule tarafına çok yakın. Yürüyerek 20 dakikada varabiliyorsunuz. Mağara, bir patlama sonucu bulunmuş. İçeriye girip mağaranın orta kısmına gelmek için evvela 50 metrelik geçitten geçmemiz gerekti. İçerisinde sarkıtlar ve dikitler vardı. Damlataş mağarası ile ilgili ilginç bilgiler de öğrendik; mağaranın iç ısısı yaz-kış herhangi bir düşüş veya artış olmadan 22 derece oluyormuş. Ayrıca astım hastalarına iyi geldiği de tecrübe ile sabitlenmiş.

Alanya’nın tatlı suları

Alanya her daim sıcak, tıpkı insanları gibi ama Torosların zirveleri kıyılar kadar sıcak değil. Alanya’nın kıyılarında sıcaktan ve nemden bunalırken, birkaç saatlik yolculuktan sonra kendinizi buz gibi karların üzerinde üşürken bulabilirsiniz. Kıyılar kar nedir bilmiyorlar, ama dağların zirveleri ve denizi göremeyen tarafları kış nedir iyi biliyorlar.

Zirvelere yağan kar, yaz güneşinin hafif hafif ısıtmasıyla suya dönüyor ve Akdeniz’in tuzlu sularına kavuşmanın bir yolunu buluyor. Zirveden gelen sular Dim çayı ve Alara çayından geçerken hem bölgenin su ihtiyacını karşılıyor hem de yazın sıcaktan bunalan insanlara bir nebze rahatlama imkânı sunuyor.

Bizler de yaz günü olduğu için serinlemek maksadıyla Dim çayına girmeye karar verdik. Karar vermesine verdik ama suya ayaklarımızı sokunca kararımızdan dönmemiz pek çabuk oldu. Çaya yapılan baraj suyu aşırı derecede soğutmuş. Ayaklarımızın üşümesi bize yetti. Bunun üzerine çaya nazır yediğiniz taze Alabalık çok iyi geldi.

Şehirde, insanların arasında

Çayda az ve öz serinledikten sonra biraz da şehri dolaşalım ve insanları görelim onlarla hemhal olalım istedik. Şehir esasen dar bir yere kurulmuş. Hemen önü Akdeniz, hemen ardı yüksek Toroslar. Şehir kışın nüfusu 300 bin civarındaymış. Yazın ise Allahü alem…

Şehri gezerken nem bizi biraz bunaltsa da havanın temizliğini ciğerlerinize çektikçe çekesiniz geliyor. Sokaklar insanlarla dolu özellikle de turistlerle. Yıllar Alanya’yı bir turizm mekânı haline getirmiş. Hem yerli hem de yabancı turistler şehre fazlasıyla rağbet ediyormuş. Sahiller onlarla dolu. Sabahın ferinden akşamın zifirisine kadar turistler denizden çıkmıyorlar. Halk ise çöktüğünde, yani akşamüzeri saat 5’ten sonra girmeyi tercih ediyor.

Şehirde gezerken, gerek esnafın gerek diğer halkın tavır ve davranışlarından bu sıcaklığı hissedebiliyorsunuz. İnsanlarla konuşurken özellikle yerli halk ile bazı kelimeleri anlamakta güçlük çekebilirsiniz. Kendilerine has bir telaffuz şekilleri var. Mesela badılcan deyince patlıcan, cırcır deyince fermuar, bülüç deyince piliç, gabık deyince kabuk ifade edildiğini anlamak mümkün olmuyor. Telaffuzlar farklı ama çok tatlı ve sıcak; gicişmek, gevmek, meh, bayam…

Bitkiler, meyveler ve sebzeler

Şehrin içinde çok fazla ağaç yok. Fakat etrafı hep ağaçlarla, meyvelerle ve sebze seralarıyla dolu. Bir yanda çam ağaçları, bir yanda muzlar ve türlü türlü meyveler, sebzeler. Hepsi de aynen insanları kadar tatlı ve sıcak.

Muz bildiğiniz gibi Alanya’nın en güzel meyvesi. Muz tarlaları o kadar çok ki, herhalde muz tarlası olmayan hiç kimse yok diye düşünüyorsunuz. Sadece muz da yok. Portakal var, mandalina var, yenidünya var, sebzeler var, tabiri caizse var oğlu var. Bir de tropikal meyveler var adını, sanını, tadını bilmediğimiz; papaya, avokado, pitahaya, liçi, karambola… Bir yanda masmavi deniz, bir yanda yemyeşil ormanlar ve ağaçlar. Şu nezih söz “İnsanın en iyi şekilde ilim öğrenebilmesi için hem yeşile hem de maviye gözünün doyması gerekir.” sanki bu şehir için söylenmiş gibi.

Bu güzellik nasıl bırakılır ki?

Her şeyin bir sonu var, hiçbir şey bakî değil. Bizim gezimiz de son buldu, gitme vakti geldi. Bu güzel şehir, bu güzel insanlar, bu güzellikler nasıl bırakılır ki? Gözlerimiz dikiz aynasından geriye bakar halde, yüreğimizin bir parçasını burada bırakarak ve temaşa ettiğimiz güzellikleri zihnimize kazıyarak şehirden ayrıldık.

Allah güzeldir, güzeli sever. Allah’ın bu şehre ve insanlarına ayrı bir muhabbeti ve sevgisi var bu belli. Alanya’yı gezerken hem maddi hem de manevi lezzetlerden nasiplendiğinizi anlıyorsunuz. Ne diyelim; yaşanılası, görülesi bir yer Alanya.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

En Yeniler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu