Seyahat

Geçmişine Sahip Çıkan Şehir Konya

Yollar, uzayıp gider, asfalt yığını olur, Konya Ovası’nda. Nerde başlar, nerde biter bilinmez. Sizi bazen evinize, bazen işinize, bazen bugüne, bazen yarına ulaştırır. Geçmişe götürür bazen, tarihe tanıklık edebilesiniz diye. Yollar böyledir, uzundur, iz bırakır insanda. Yolun sonu, tadı daimi olan bal gibidir. Lezzetli ve özlem dolu…

Biz de koyulduk yola, sonunda bal tadı almak uğruna. Yollar bizi, tarihiyle iç içe yaşayan bir şehre, Konya’ya ulaştırdı. “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır.” atasözünü bilirsiniz. Burada hem tebdil-i mekânla içimizi ferahlatma, hem de geçmişe tanıklık etme fırsatını bir arada bulduk.

İlk durak Alaeddin Tepesi

Heyecan ve merakla bir ucundan girdik Konya’ya. Bir ucundan diyorum, çünkü şehrin birden fazla girişi var. Afyon tarafından, Ankara tarafından, Isparta, Antalya vs… Biz, Ankara tarafından girmeyi tercih ettik. Hava gayet güzel ve açık. Vakit öğlen olmasına rağmen yollar sakin, trafik serbest. İlk durağımız şehir merkezinin en yüksek yeri olan Alaeddin Tepesi.

Sağa git, sola git, düz git diye diye navigasyonumuz nihayet bizi aradığımız yere ulaştırıyor. Burası bir tepe, ama tepe dediğimize bakmayın, yerden en fazla 20-30 metre yüksekte. Bu tepenin bazı hususiyetleri var. Bunlardan bir tanesi insan eliyle, yığma toprak şeklinde yapay olarak yapılmış olması. Hatta bu yüzden tepe her sene 2 santimetre küçülüyormuş. Bir diğeri de etrafını 360 derece dolanan kavşak, dünyanın en büyük döner kavşağıymış. İşte, geçmişle bugünün uyumuna güzel ve nadir bir misal.

Tarihle kuşatılmış, her yeri yemyeşil, çeşitli çiçek ve ağaçlarla kaplı tepe, insanların her daim stres attığı bir yer. Tepe, geçmişi ve bugünüyle insanı cezbediyor.
Kendisi küçük ama mazisi kocaman bu tepenin üzerinde Kılıçarslan Köşkü, Alaeddin Camii ve Selçuklu sultanlarının türbeleri bulunuyor. Aleaddin Tepesi’nden şehre doğru baktığınızda, tarih ve kültür şölenine seyirci oluyorsunuz. Tepeden Mevlâna Türbesi yönüne doğru, Altunaba Medresesi (İplikçi Camii), Şerafettin Camii ve Aziziye Camii’nin zarif minarelerini gördüğünüzde, Konya’nın ihtişamına tanık oluyorsunuz.

İsmi ile müsemma “Rampalı Çarşı”

Alaeddin Tepesi’nin rayihaları arasından usulca aşağıya iniyoruz. Tepeden iner inmez trafiğe karışıyoruz, araç değil bu insan trafiği. Şehir düz olduğu için, insanlar gidecekleri yere ya bisikletle ya da yürüyerek gidiyorlar. İnsanlar sakin, trafik uysal. Kulağı tırmalayan korna sesleri az da olsa var. Ama kalabalık bir yerden gelenler için bu ses neredeyse yok hükmünde. Her neyse, tepeden indikten sonra Mevlâna Türbesi’ne doğru giderken bir çarşı görüyoruz, ismi “Rampalı Çarşı”. İçeri girince, buranın ismiyle son derece müsemma durumda olduğunu görüyoruz. Çünkü gerçekten de rampalar var çarşının içinde.

Çeşit çeşit dükkânlar arasında dikkatimizi en çok sahaflar cezbediyor. Tozlu raflar, kitap kokuları ve tarihin yaşanmışlıklarını anlatan kitapların arasında, hayata dimdik tutunuyorlar. Bu sahaflarda eski kitaplar da yeni kitaplar da ekseriyetle var. Hâlâ kitapların peşinde koştukları, çabaladıkları, ömürlerini sarf ettikleri, kitaplara dokunurken yüzlerindeki tebessüm ve heyecandan fark edilebiliyor.

Çarşıdan sonra karşımızda Mevlâna Türbesi

Rampalı Çarşı’nın rampalarından inip dışarı çıkıyoruz. İstikâmet Mevlâna Türbesi. Mesafe olarak buralar birbirine çok yakın. Çarşıdan sonra 10-15 dakikalık yürüyüşle türbeye varılabiliyor.
Türbe geniş bir meydanda bulunuyor ve giriş ücretsiz. İçerisi çok kalabalık, hafta sonu daha çok kalabalık oluyormuş. Bu da haliyle içeride doğru dürüst bir şey göremeden çıkmanıza sebep olabiliyormuş. Biz çok şükür ki hafta sonu gelmemişiz, bu yüzden kendimizi nasipli addediyoruz.

Türbenin arazisi fî zamanihîde Selçuklu Sarayı’nın gül bahçesiymiş. Sultan Alâeddin Keykubad, Mevlâna’nın babası Sultânü’l-Ulemâ Bahâüddin Veled’e burayı hediye etmiş. Bahâüddin Veled öldükten sonra, onu sevenler kabrinin üzerine bir türbe inşa etmek istemişler. Fakat bu isteğe Mevlâna Hazretleri “Gök kubbeden daha iyi türbe mi olur.” diyerek karşı çıkmış. Oğlu Sultan Veled zamanında türbe inşaatı başlamış ve 19. yüzyıla kadar yeni eklemelerle devam etmiş. Türbe 1926 yılında müze olarak açılmış ve 1954 yılında ismi “Mevlâna Müzesi” olmuş.
Tarihi bilgiden sonra gezimize geri dönelim. “Dervîşân Kapısı” denen yerden türbenin avlusuna giriyoruz. Bizi hoş bir hava karşılıyor. İçerde gürültü yok, insanlar fazla ses çıkarmamaya çalışıyor. Avlunun batı yönünde derviş hücreleri bulunuyor. Doğu tarafında semahane ve mescit bölümleri görülüyor. Ayrıca, Mevlâna Hazretleri ve aile fertlerinin kabirlerinin içinde bulunduğu ana bina da bu tarafta bulunuyor. Avluya, Yavuz Sultan Selim tarafından yaptırılan “Şeb-i Arûs” havuzu ve avlunun kuzeyinde bulunan “Selsebil” adlı çeşme, ayrı bir renk ve hava katıyor.
Türbeye girip tekrar avluya çıktıktan sonra matbah bölümüne geçiyoruz. Bu bölüm 1584 yılında Sultan Üçüncü Murat tarafından yaptırılmış. Dergâhın müzeye dönüştürüldüğü 1926 yılına kadar yemek ihtiyacı burada karşılanıyormuş. Matbahın içerisinde, asıl işlevi olan yemek pişirme ve sofrada yemek yeme adabı tasvir ediliyor. Ahir zamanda vaktin kısa olması sebebiyle türbede çok fazla durmuyoruz.

Konya’nın manevî sahipleri

Konya evliyalar, âlimler, ulemalar şehri. Bunu sokaklarında gezerken, türbeleri ziyaret ederken fark etmemek elde değil. Onların tesiri var Konya’nın üzerinde. Bunu apaçık gözle görmeseniz de hissedebiliyorsunuz. Her âlim, her evliya ayrı bir renk, ayrı bir tat katmış bu şehre. İdrak sahipleri için çok detaylar var burada. Sadreddîn-i Konevî, Şems-i Tebrîzî, Mevlâna Celâleddîn-i Rumî ve daha niceleri. İsmi bilinenler yanında adı sanı kaybolup gidenler… Mevlâna Türbesi’nden sonra diğer büyükleri de ziyaret edip ruhlarına birer “Fatiha” hediye etmeyi ihmal etmiyoruz.
Vakit daralıyor, hava kararıyor yavaş yavaş. Şehrin ışıltısı kaybolmaya başlıyor. Gecenin sahte ışıkları vermiyor güneşin ve gündüzün tesirini. Gece çok sessizleşiyor Konya. Konuşan, bir şeyler anlatmak isteyen tarihi mekânlar, sokaklar susuyor bütün gece. Allah’ın geceyi dinlenmek için yarattığını biliyor bu şehir ki istirahate çekiliyor.

Akyokuş Tepesi’nden Konya’yı temaşa

Sabah ezanının hoş sadâsı ile başlıyoruz yeni güne. Minarelerden yükselen ezan sesi kalk, uyan diyor şehre. Nihayet gün ağarıyor ve güneş doğuyor. Dükkânların dişleri gıcırdatan kepenk sesleri, bir iki derken kalabalıklaşan sokaklar… Şehir hareket etmeye başlıyor.

Akyokuş Tepesi’ne çıkıyoruz. Çünkü burası şehri yüksekten görebilme fırsatını verecek bizlere. Heyecanın verdiği hızla ve aşkla tepeye geliyoruz. Gördüğümüz manzara adeta anlatılmaz yaşanır kabîlinden. Buradan şehrin doğusu-batısı, kuzeyi-güneyi, velhasıl her yeri görülebiliyor. Koskoca Konya’yı iki parmağının arasına sığdırınca, insan kendini büyük görse de biraz düşününce ne kadar aciz olduğunu anlıyor.

Şehir dümdüz; merkezde, binaların arasında Alaeddin Tepesi, Mevlâna Türbesi, Aziziye Camii ve daha niceleri görünüyor. Akyokuştan bakınca Konya’nın geçmişi ve bugününü çok daha iyi idrak edebiliyoruz. Eski Konya’nın parlak ışıkları, bugünün köhne ve sahte parıltılarını bastırıyor. Bir yanda geçmişin şaheserleri, diğer yanda beton görüntüsü. Estetikten uzak modern dünyanın getirdikleri, geçmişin izlerini silememiş Konya’da. Ne tarafa baksanız geçmişin kokusunu bugüne taşıyan camiler, medreseler, çeşmeler, sokaklar…

Yeşiller içinde Meram

Konya’nın etrafı ormandan bî haber. Merkezde az da olsa yeşillik alanlar mevcut, fakat yeterli değil. Tepeden Konya’yı temaşamız sırasında bir yer görüyoruz. Yeşilliği ile direk göze hitap ediyor burası. Tepeden inince yeni adresimiz belli, o yeşillik alan, yani Meram.

Meram’a varında görüyoruz ki, burası insanın gözüne ve gönlüne hitap eden bir yer. Meram Deresi’nin kıyısındaki çay bahçeleri, deredeki kazlar ve türlü yeşil nebatat, burayı nefes alınabilecek bir mekân haline getirmiş. Konya’da bile şehrin kalabalığı insanları bunaltmaya yetiyor. İnsanlar az da olsa Meram’da nefes alabiliyor, kendine gelebiliyor.

Meram adeta Konya’nın can suyu. Evliya Çelebi bunu şöyle anlatıyor; “Konya’nın çeşmeleri çoktur. Kaynakları hep Meram Dağı’ndan olup taksim kubbesinden gelir.”

Geçmişine sahip çıkmaya çalışıyor Konya

Konya zamanın, modern dünyanın değişim rüzgârlarına maruz kalmışsa da ayakta durmayı bilmiş bir şehir. Bunu anlamak zor değil. Konya sokaklarında biraz yürüyün, gördükleriniz ve görecekleriniz sözümüzün doğruluğunu ispat edecektir. Her sokakta geçmişin kokusu, her manzarada geçmişle bugünün mücadelesi. Her ne olursa olsun Konya, geçmişine sahip çıkmaya çalışan bir şehir.

En Yeniler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu