Bir dava daha istemiyorum.”
Ve telefonu kapatıyorum.
Tam ağlayacağım, o anda yağmur başlıyor. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun en güzel yanı ağladığını kimsenin anlamaması olsa gerek. Kaldırımda kurumuş kalmış küçük bir karahindiba çarpıyor gözüme. Herhalde koca şehirde ansızın bastıran şu yağmura, güneşi örtüp gökyüzünü birdenbire dolduran şu bulutlara bir tek biz seviniyoruz.
Saçakların altı insanlarla dolu. Şemsiyesi olanlar bile korkmuşlar, kaçıyorlar yağmurdan. Orada durmuş düşünüyorum. Vücudumun % 70’i su zaten, neyden kaçacağım? Nereye kaçacağım? İnsanın bir yaşama maksadının olması ne güzelmiş. Yağmurdan kaçar, güneşe koşarmış demek, diyorum. Bu öğleden sonra savaşların ve bitmeyen cinayetlerin olduğu şu dünyada yaşamanın ne acımasız olduğunu düşünüyorum. Avukat olarak davamı kaybettiğim için değil! Göz göre göre haksız hüküm giyen vekilim için ağlıyorum. Koskoca adam sokağın ortasına çökmüşüm. Bütün yüreğimle savunduğum, elimden gelen her şeyi yaptığım ama yine de kaybettiğim için, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında ve bir sokağın ortasında yeryüzündeki bütün haksızlıklara, bütün mazlumlara ağlıyorum. Savaşların, suçların bitmeyeceğini bildiğim için ağlıyorum. Ve öyle hiç durmayacak gibi ağlıyorum ki bana uzatılan şemsiyeyi, koluma giren o yaşlı adamı göremeyecek kadar ağlıyorum.
“Oğlum dur, bir sakin ol.”
Zile basmadan gür sesi ile bağırıyor.
“Hanım kapıyı aç.”
“Ne oldu Ali Efendi, bu çocuk kim?”
“Kimi var mı Fatma Hanım, yağmurun altında kaldırıma çökmüş ağlıyordu.”
Her gün önünden geçtiğim o eski ve küçük apartmanın giriş katındaki dairesine giriyoruz. Öyle kendimden geçmişim ki her şey bir rüya gibi. Bir kaç bardak su içince biraz sakinleşiyorum. Kadife yeşil bir koltuğa oturtmuşlar beni. Limon kokusu geliyor burnuma. Galiba limon kolonyası sürmüşler bileğime. “Evladım iyi misin?” diyor. Bir ses ısıtır mı insanın içini? Isınıveriyor içim. Oysa demin buz kesilmişti. Ne çabuk çözülüverdi. Tekrar iyiliğe, iyilere inanasım geliyor da geçiveriyor. Ve çocukken topumuzu patlatan o hırçın komşumuzu, annemize anlattığımız gibi gözümden yaşlar aka aka anlatıveriyorum.
Bir inşaat şirketinde çalışıp iş güvensizliği yüzünden arkadaşlarını kaybeden, bunu dert edindiği için iftira atılan müvekkilimi… Deliller, şahitler her şeyin nasıl kumpas olduğunu… Çırpındığımı ama daha çok boğulduğumu… Yanan bu ateşi söndüremediğimi… Her şeyin bir kaos olduğu şu dünyada iyi bir şeyler yapmanın anlamsız olduğunu. Sükûnetle dinliyor beni.
“Oğlum!” diyor. Oğlu olduğuma bir an inanıveresim geliyor da geçiyor. “Sen Hazreti İbrahim’in kıssasını bilir misin?” diyor ve anlatıyor benimkinin aksine sakin bir şekilde. “Kocaman bir ateş yakılır. Bütün hayvanlar da haberdardır ateşten. Hepsi işinde gücünde iken bir minik karınca ağzında bir damla su taşır ateşe. Bir damla, bir damla daha. Diğerleri sorarlar hayretle ‘Koskoca ateşi sen mi söndüreceksin?’ Ve karınca bir damla daha alıp ateşe atar.
‘En azından ben tarafımı belli ettim.’ Sen şu kötü dünyada en azından doğru olup, hak için çalışmışsın. Bütün yangını söndüremezsin belki, belki akıp giden selin önüne set çekemezsin ama bir kütük kurtarırsın. Birini kaçırsan da birini tutarsın.” diyor ve ekliyor “Bak hem belki her şey yolunda gitmemiş ama hiçbir şey de karıncayı davasından etmemiş.” İçimdeki ateş bir anda sönüvermiyor fakat bir damla su serpiliyor.
Bir müddet daha durup ayrılıyorum. Doğru düzgün teşekkür etmeye mecalim yok. Evin yerini aklıma not edip kendimde olduğum bir gün uğramalıyım diyorum. Yağmur durmuş, bulutlar hala gökyüzünde. Kaldırımın kenarında bir su, yolunu bulmuş akıyor. Eğiliyorum akan suyun içinden bir dal parçası alıyorum. Yağmur hafiften çiselemeye başlıyor. Bir damla düşüyor alnıma. Ofisimin olduğu sokağa yöneliyorum. Ayağım tökezleyiveriyor, düşecekmiş gibi oluyorum. Düşmüyorum, yoluma devam ediyorum. Bir damla, bir karınca düşüyor aklıma. Gülümsüyorum.