Farklı zamanlarda kendinizi yol ayrımında hissettiğiniz olur. Önünüze iki seçenek çıkmıştır ve birini seçmek zorundasınızdır. Seçtiğiniz bu yol hayatınızda önemlidir. Kendinizi seçerek gittiğiniz bu güzergâhta başınıza gelenler sizi etkileyecek, değiştirip içinde bulunulduğu şekle dönüştürecektir. İşte böyle zamanlarda İslam Tarihi’nden şu hadise unutulmamalıdır:
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Mekkeli müşrikler ile Hicret’in 6. yılında Hudeybiye’de bir anlaşma imzalamıştı. Fakat müşrikler, Hicret’in 8. senesinde bu anlaşmayı haksız şekilde bozmuşlardı.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.), kan dökmemek ve düşmanı hazırlıksız yakalamak için, gideceği yeri gizli tutarak, sefer hazırlıklarına başladı. Takriben on iki bin kişilik bir ordu ile Ramazân-ı Şerîf’te, Medine-i Münevvere’den hareket etti.
Birliklere, “Kureyş tarafından taarruz olunmadıkça harp etmeyiniz!” emri verilmişti. İslam ordusu, dört koldan, aynı anda, harp etmeksizin Mekke-i Mükerreme’ye girdi.
Cuma günü idi. Mekke halkı, Harem-i Şerîf’te (Kâbe-i Muazzama’nın etrafında) toplanmıştı. Vaktiyle Resûlullâh’a (s.a.v.) vermiş oldukları eziyetleri hatırlayıp bugün kendilerine ne yapılacağını düşünüyorlardı. Hâlbuki Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hepsini affetti; “Haydi gidiniz, hepiniz hürsünüz!” buyurdu. Beytullâh’ın etrafındaki ve içindeki putları kırdırıp Kâbe-i Muazzama’yı temizletti.
Mekke-i Mükerreme’deki erkek ve kadınlar, akın akın gelip Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) bîat ettiler. İslam ile müşerref oldular. O âna kadar Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) düşman olanlar, artık onu kendi canlarından daha çok seviyorlardı.
Fetih, açmak demektir. Bu fetih, sadece düşmanın elindeki bir şehri almakla kalmayıp, kalplerin İslam’a açılması manasına geldi. Yirmi seneden beri Kureyş müşriklerinin mâni olmasından dolayı, hakkın kabulüne kapalı duran kalpler, Mekke’nin fethinden sonra akın akın İslam’a açılıvermiştir.
Taksim hadisesinden önce
Mekke-i Mükerreme’nin fethiyle Kureyş’in ekserisi Müslüman olmuş, olmayanlar da Müslümanlar tarafına meyletmişti. Fakat büyük kabilelerden olan Hevâzin ile Sakîf halkı, Müslümanlar ile harp etmek üzere Huneyn Vadisi’nde toplanmaya başladılar.
Harbin başında, İslam askeri, sayılarının düşmandan fazla olmalarına güvendiklerinden dolayı bozulma oldu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), merkezde birkaç sahabiyle yapayalnız kalıvermişti. Daha sonra Hazreti Allah, Resûlüne ve müminlere, sekînetini (kalplere sukûnet veren rahmetini) ve görmedikleri askerlerini indirdi ki bunlar, meleklerdir. Bunların inmesindeki hikmet, müminleri takviye edip rahatlatmak ve müşriklerin kalplerine korku salmak idi.
Hevâzin ve Sakîf ordularının başkumandanı Mâlik bin Avf, adamlarından üç kişiyi casus olarak göndermişti. Bunlar, Müslümanların vaziyeti hakkında haberler getireceklerdi. Gidenler, sinirleri bozulmuş, titrer bir hâlde dönüp geldiler. Casuslar, “Beyaz, parlak yüzlü, alaca atlar üzerinde öyle adamlar gördük ki; gördüğün şu hâle düşmekten kendimizi tutamadık. Biz, yeryüzü halkı olarak onlarla çarpışamayız. Gök halkı olsaydık, çarpışırdık! Onların gözleri, insanın yüreğini yerinden oynatır. Sen, bizi dinlersen, hemen kavminin yanına dön! Eğer şu halk, bizim gördüklerimizi görecek olurlarsa, onlar da bizim düştüğümüz hâle düşerler!” dediler.
Mâlik bin Avf, onlara güvenmeyip bir adamını daha gönderdi. Döndüğünde ona “Ne gördün?” diye sordu. Adam, “Beyaz, parlak yüzlü, alaca atlar üzerinde öyle askerler gördüm ki, onlara bakmaya bile takat getirilemez! Şu perişan hâle düşmekten kendimi koruyamadım!” dedi. Lâkin casusların bu sözleri, Mâlik bin Avf’ı, müminlerle savaşmaktan vazgeçiremedi. Neticede mağlup oldu.
Bu tarihten sonra Arap kabilelerinde, Müslümanlara karşı duracak takat kalmadı. Fakat Sakîf kabîlesi, vatanları olan Tâif beldesine gittiler ve kaleye sığındılar. Hevâzin kabilesinin reisi olan Mâlik bin Avf da onlarla beraber varıp Tâif Kalesi’ne kapandı. Burası on sekiz gün kadar muhasara edildi. Tâif’in fethi ise henüz müyesser ve mukadder değildi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), ondan vazgeçti ve orduyla Tâif’den kalkıp Cirâne’ye geldi ki esirler ve ganîmet hep orada idi.
Taksim sırasında
Esirlerin tamamı altı bin kişi, ganimetse yirmi dört bin deve, kırk binden ziyade koyun ve pek çok mal idi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), birkaç gün, esirler ve ganimet mallarını taksim için Cirâne’de kaldı.
Mekke-i, Mükerreme’nin fethinden sonra yeni Müslüman olanlardan henüz kalplerinde imanları kuvvet bulmamış olanlar -ki onlara “müellefetü’l-kulûb” denilir. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), onlara ganimet mallarından ziyadece hisse çıkardı. Birinci derecede Kureyş eşrafından olan müellefetü’l-kulûbe yüzer deve ve birer miktar gümüş verdi. İkinci derecede eşraftan müellefetü’l-kulûbe, kırkar deve ve ona göre birer miktar gümüş verdi. Bu kişiler, o vakit müellefetü’l-kulûbden iken sonra sağlam itikatlı Müslüman olmuşlardır.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ne kadar cömert ve kerem sahibi olduğunu bir kez daha herkese göstermişti. Ganimet malları bu suretle taksim olunurken, bir vadide en iyi cinsinden yüz kadar deve toplanmıştı. Safvân bin Ümeyye onları görüp, “Ne iyi develer!” deyince Resûl-i Ekrem (s.a.v.), “Öyle ise senin olsun.” buyurdu. Safvân da evvelce Müslüman olmak için dört ay mühlet almışken artık ona bakmayıp, “Bu derece lütuf ve cömertlik ancak peygamber hasletidir.” diyerek İslam ile müşerref oluverdi.
Bu defa Ensâr’a, ganimet mallarından diğerlerine verildiği kadar hisse verilmediğinden, bazılarının canları sıkılıp aralarında söylenmişler. Fahr-i Âlem Hazretleri (s.a.v.), onları huzûr-ı saadetine çağırdı. “Ben, birtakım itikadı zayıf olan, yeni Müslümanları çekmek ve kalplerini ısındırmak için ganimet mallarından onlara fazlaca hisse verdim. Onlar, malı alıp memleketlerine gidecekler. Siz de Resûlullah’ı alıp kendi diyarınıza götürmeye razı değil misiniz?” buyurdu.
Cümlesi, “Razı ve hoşnuduz.” dediler ve Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) iltifatından memnun ve müteessir olup ağlaştılar. Fahr-i Âlem Hazretleri de (s.a.v.) ellerini kaldırıp, bilhassa Ensâr’a ve onların evlat ve torunlarına hayırla dua etti.
O esnada Hevâzin kabilesinin eşrafı, Cirâne’ye geldiler ve İslam ile müşerref oldular. Evlat ve ailelerinin iadesini istediler.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), “Hâşim oğullarının hissesine düşen esirler, hep sizindir.” buyurdu. Diğer Muhacir ve Ensâr da “Bizim hisselerimize düşen esirler, hep Resûlullah’ındır.” dediler. Diğer kabileler de onlara uydular. Böylece bir günde, altı bin esîr âzâd edildi. Hepsine Resûlullah’tan (s.a.v.) ikram olarak birer kat elbise giydirildi.
Arkasından Hevâzin kabilesinin reisi olan Mâlik bin Avf geldi ve İslam ile müşerref oldu. Ona da Resûlullah (s.a.v.) tarafından yüz deve ihsan buyuruldu.