Evvela selamlaşmalar sonra merhabalar, nihayetinde vedalar. Aile çocuğunu ilim için gurbete gönderirken, kızını evlendirirken, oğlunu askere gönderirken merhaba ile kavuşan eller, veda ile ayrılır. Avuç içi gösterilerek ‘senden gizlim saklım yok, sana karşı samimiyim’ beden diliyle ifade edilir, helallik istenir.Ve dudaklar yarım açılır, kıpırdar: Allah’a ısmarladık.
Burada biraz duralım. Geride kalanlar, gidenleri Allah’a ‘ısmarlar’ da gidenler ne derdi. Şimdilerde ‘Hadi ben kaçtım, bay bay, hadi öptüm, görüşürüz, kendine iyi bak.’ şeklinde söylenir oldu. Mesajlarda üşengeçliklerden ‘A.E.O’ şeklinde Allah ismi hazfedildi. Evvelkiler ise Allah’a emanet olun, sağ
salim gidip gelin, der helallik isterlerdi.
Hayır kurumlarının düzenlediği kermeslerde nefis bir döner ve kebap, hararet kesen bir yayık ayranı, Osmanlı şerbeti veya çay eşe dosta ısmarlandı, ikram edildi. Yemekler ve içecekleri bugün ben ısmarlıyorum, geleneği kuşaktan kuşağa devam edegeldi.
Yemek sofralarında nasihatler eksik olmadı. Eşeğini berk bağla, ondan sonra ‘Allah’a ısmarla’, deyip tedbiri böyle anlattılar.
İşini ısmarlaya külli Hakk’a
Hâlis ide taatini mutlaka
beyti ile tedbirden sonra da tam halis bir itaat ile emaneti Allah’a teslim ederlerdi. Şu kıssa; vedaların, Allah’a ısmarlamanın en müteessir ve mütevekkil olanlarından idi.
İbrahim Aleyhisselam, Hazreti Hacer ile İsmail Aleyhisselam’ı Mescidfi Haram’ın bugün bulunduğu mekandaki büyük bir ağacın yanına bıraktı. Üzerlerine bir gölgelik yapmalarını da Hazreti Hacer’e emretti. O zaman; Mekke’de hiçbir kimse, hatta içecek su bile yoktu.
İbrahim Aleyhisselam; bu ana ve oğlu buraya bıraktı. Yanlarına içi hurma dolu meşin bir dağarcıkla, içi su dolu bir kırba da koydu. Şam’a gitmek üzere, oradan izi sıra geri dönecekti. Hazreti Hacer, İbrahim Aleyhisselam’ın arkasından seslendi:
“Ey İbrahim! Bizi bu ıssız vadide bırakıp da nereye gidiyorsun? Öyle bir vadi ki, ne görüşülecek bir kimse var, ne de bir şey!” dedi.
Hazreti Hacer sözünü tekrarladı. İbrahim Aleyhisselam ona dönüp bakmadı. Bunun üzerine, Hazreti Hacer:
“Yoksa bizi buraya bırakıp gitmeni sana Allah mı emretti?” diye sordu.
İbrahim Aleyhisselam:
“Evet, Allah emretti!” diye cevap verdi.
Hazreti Hacer Validemiz:
“Öyle ise, Allah bize yeter. O bizi zayi etmez, himayesiz bırakmaz!” dedikten sonra, döndü.
İbrahim Aleyhisselam, Mekke’nin üst tarafındaki Seniye mevkiine kadar ilerledi. Onlar tarafından görülmeyecek bir yerde durdu. Yüzünü Kâbe-i Muazzama’ya çevirdi. Ellerini kaldırdı:
“Ey Rabbimiz! Ben neslimden bazısını senin Beyt-i Harem’in yanındaki ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılsınlar diye. Artık
insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyleder kıl ve onlara meyvelerden rızık ver. Umulur ki, onlar şükrederler.” (İbrahim suresi, Ayet-i Kerime 37) diyerek onları dualarla Allah’a emanet etti ve Şam’a döndü.
Bir peygamberin hanımı ve çocuğuna vedası böyle idi. Onları Allah’a emanet etmişti. Buna ‘tevdî’ denirdi yani, emanet vermek, bırakmaktı.
Bu vedalaşma zamanla divan edebiyatında kaside-i tevdîiyye şeklinde manzum bir hale büründü. Şairler hürmet duyduğu veya çok sevdiği birinden ayrılacağı vakit, beyitlere hüzün ile karışık bir veda yerleştirirdi. 18. asırda yaşamış, Enderun’da yetişmiş divan şairi Enderunlu Fazıl, Mehmet Beyefendi’ye bu minvalde bir sitayişte bulunmuştu:
Sizi ısmarladık Allah’a beyim
Eyledim Hazret-i Yezdan’e veda’
Kimseye eylememiştir Fâzıl
Sıdk ile böyle muhibbane veda’
Aradaki muhabbete binaen başlayan dostluğu dua ile tevdi etmek, Allah’a ısmarlamak, Allah’a emanet ol, demek bir vedanın en güzel ifadesiydi. Ve en büyük veda, dünya gemisinden sessizce ayrılırken elsiz kolsuz bir şekilde tasvir edilmişti.
Kişi, tek kişilik tahtadan gemisinde hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce yol alırdı. O kalkışta sevenlerinden aile efradından ne mendil ne de bir kol sallanmazdı.