Çalışarak geçirdiğimiz zaman hayatın büyük bir bölümünü kaplıyor. Çalışırken, birilerini çalıştırırken ya da bir işi beraber bitirmek için uğraşırken günler, haftalar, yıllar hatta bir ömür geçiyor. Çalışmamızın karşılığında bazen başarılı oluyor ve para kazanıyoruz, , bazen ise başarısız olup zarar edebiliyoruz. Ancak her iki durumda da tecrübe kazanıyoruz. İşlerimizi aynı zamanda iyi niyetle ve Allah’ın rızasını kazanmak için de yaparsak her iki durumda da kazançlıyız aslında. Ancak çalışma hayatında öyle bir çukur var ki bu çukura düşenler her türlü kayıptadırlar. Onlar başarılı olamadıkları gibi iyi niyetle işe başlamadıkları için tecrübe de elde edemezler. İşte bu alan tembellik çukurudur.
Peygamber Efendimiz’in: “Allah’ım tembellikten ve acizlikten sana sığınırım” (Müttefekun aleyh) buyurduğu tembellik hastalığına yakalananlar, satışa gelmeyen çürük elmalar gibidirler. Bunlarla hayatın her safhasında karşılaşıyoruz. Hiç bilmeden bazen biz bile çürük elma gibi olabiliyor durgun, hareketsiz, monoton kalabiliyoruz.
Tembellik, hem başarıya giden çalışmayı zorlaştırıyor hem de beraber çalışan iş arkadaşlarının iyi niyetini öldürerek, kurumu toplu atalete sürüklüyor. Bulaşıcı bir hastalığa benzeyen bu durum, bir kuruluşta iş yapanları bile miskinliğe sürükleyebiliyor. Verilen bir görevi beraber yapmaya çalışan kişilerden birinin tembelliğe düşmesi, diğerlerine bulaşıyor. Neticede ilk anda çare bulunamayan tembellik virüsü, bünyeyi toptan hasta ediyor.
Tembelliği yenmek için işe nerden başlamak gerekiyor?
Öncelikle kişisel olarak kendimize bir bakalım, acaba neden tembeliz? Atıl bir şekilde bir köşede dururken neden harekete geçemiyoruz? Elimizi kolumuzu bağlayan, bizi diğerlerinden ayırarak geride bırakan, “tembel, başarısız” sıfatlarını bize yakıştıran nedir?
Bu sorulara iş hayatı içerisinde cevap arayanlar tembellere, “ayakta kalın, hayatta kalın, daha hızlı, daha esnek, daha çevik olun” diyorlar. Onları “eğer böyle tembelliklere devam ederseniz, geride kalırsınız, moda size sunar siz satın alamazsınız, yeni arabalar icat edilir binemezsiniz, yeni aletler icat edilir alıp kullanamazsınız”, gibi sebeplerle korkutuyorlar.
Bunların tamamı “Her kim dünya hayatını ve onun ziynetini dilerse onlara da dünya işlerinin karşılığını tamamen öderiz ve onlar orada bir eksikliğe uğratılmazlar. Fakat onlar ahrette öyle olurlar ki kendilerine ateşten başka bir şey yoktur ve orada işledikleri bütün iyilikler heder olmuştur ve bütün yaptıkları boştur.” (Hud suresi, ayet 15-16) ayet-i kerimesi düşünüldüğünde boşta kalıyor.
İlk adım, doğru zamanda doğru soruyu sorabilmektir.
“Yerinde durma, düşersin”, “koş, yoksa geride kalırsın”, “yanlış yolda da olsan atılmalısın”, sözleri ilk duyulduğunda yanlış değildir belki ama eksiktir. Tembelliğin çaresi, âtıl kalmaktan kurtulmaktır tabi ki. Ancak duracak düşünecek zamanı bile bulamadan, soluksuz koşturmak da, aslında bir noktada tembelliktir. İlim tembelliğidir, akıl tembelliğidir. “Koş koş nereye kadar?” sorusunu sorarak, “ne için, kim için, hangi maksatla” çalıştığını sorgulayarak işe başlamak, tembelliğe çarenin ilk adımı olacaktır. Bundan sonra tembellikten kurtaracak formül ise, doğru soruyu doğru zamanda sorabilmekte saklıdır.
Atalet ya da tembellik, “beklentilerin gerisinde kalmak”, diye tarif ediliyor. Hiç kimse beklentilerinin gerisinde kalmak istemez ve hedefi olduğu halde bir kenarda atıl kalmayı kabul edemez. Ancak insan bazen, “çalışıyorum” zannederken de gerçekte tembel ve atıl kalabiliyor. Her zaman çalışkan, başarılı ve çalışmayla alakalı zihnindeki bütün sorulara cevap bulan biri olmak kolay değil. Bunun için doğru zamanda doğru soruyu sormakla işe başlamak gerekiyor. Çalıştığımız zaman niçin çalıştığımızı bilmek, gece gündüz emek verirken kim için emek verdiğimizi anlamak, tembellikten kurtulmanın ilk adımıdır. Ve bu adım, atalete düşme anında kişiyi tekrar harekete geçirir. Dünyada birçok sektör insanların gününü, yılını hatta ömrünü iş hayatı içinde organize ediyor. Bu sektörler belirledikleri hedeflerine ulaşabilmek için, para karşılığında insanların bilgisini ve zamanını kullanıyorlar. Mesela insanların eğitimi söz konusu olduğunda bir “eğitim” sektörü var. “Daha iyi nesilleri nasıl yetiştiririz?” sorusuna cevap ararken binlerce öğretmeni, eğitim görevlisini, eğitim kurumlarında organize ediyorlar. İnsanlar da bunun karşılığında para alarak işlerini yapıyor. Zihinlerinde bir problem oluştuğunda, ya da tembelliğe düştüklerinde, para üzerinden sorular sorarak harekete geçmeye çalışıyorlar. Ortaya da bir düzine paralı asker çıkıyor. Yapılan işte paralı askerlikten kurtulmanın ilk adımı da yine, doğru soruyu sormaktan geçiyor. Bu da iş seçerken, işe başlarken ve iş anında niyeti sorgulayan sorulardır.
Tembellikten korunmanın yolu niyeti iyi tutmaktan geçer
Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde de “Allahu Teâlâ sizin dış görünüş ve mallarınıza değil, kalplerinize ve amellerinize bakar” [Sahih-i Müslim] buyurarak, insanı yaptığı her iş ve görevde, usulüne ve tekniğine uygun olarak, sağlam, kaliteli ve en iyi bir niyetle yapmaya teşvik etmektedir.
Yapılan işin güzel olabilmesi için öncelikle niyetin düzgün olması ve kişinin; “işini güzel yapma” arzu ve gayreti çok önemlidir. Bu arzu ve gayret, insanı işlerinde başarılı kılar. Vicdanı temiz bir mümin, hangi işte çalışırsa çalışsın “saatini doldurma” ve “baştan savma” şeklinde bir anlayışa sahip olamaz. Böyle bir anlayışla yapılan işten elde edilen kazançtan ne kendisinin ne de çoluk çocuğunun istifade edemeyeceğini çok iyi bilir. Müslüman’ın iş hayatında dikkati çeken en bariz özelliği, işini düzenli ve en güzel biçimde yapmasıdır. İlim adamı ilmî çalışmasında, tüccar ticaretinde, işçi iş yerinde, memur görev yerinde, kısacası herkes kendi işinde, işi en güzeli ve en kaliteliyi hedeflemelidir.
İşini sağlam ve güzel yapmak, her şeyden önce ciddiyeti ve fedakârlığı gerektirir. Unutmayalım ki bir kimsenin işini güzel yapması, hayatı da güzel yaşamasıdır. Allahü Teâlâ: “Gerçek şu ki iman edip iyi işler yapanlara gelince, elbette biz işi iyi yapanların ecrini zayi etmeyiz.”[ Kehf suresi, âyet 30] buyuruyor.
Tembellik, tevekkülden ayırt edilmelidir
İyi niyetle işe başlamak ve bir atalet anında niyetini sorgulayarak tekrar işine devam etmek, insanları tembellikten korur. Ancak işin en zor ve sabır gerektiren bir yerinde, “benden bu kadar” diyerek tevekkül safına geçmek de tembelliğin diğer bir türüdür.
İnsanın, hem dünyada hem de ahirette rahat edebilmesi, niyet ve çalışmasını iyi yapmasına bağlıdır. Ortada iş dururken “Niyetim aslında iyi ama tevekkül ediyorum” demek yanlış olduğu gibi, az zora gelince “Ben yapıyorum ama olmuyor, irade böyleymiş.” düşüncesi de tembelliğe düşürebilir. O yüzden tevekkülü anladığımız gibi iradeyi de iyi anlamamız gerekir.
İnsana verilen irâde-i cüz’iyye, otomobilin direksiyonu gibidir. İnsan direksiyonu ne tarafa çevirirse otomobil o tarafa gider. Bu sebeple, tembellik içinde olan bir kimse, “Ben ne yapayım, Allah böyle dilemiş, böyle yaratmış” deyip mesuliyetten kurtulamaz. Evet, Allah dilemiştir ama kulun iradesi ve çalışması bu yolda olduğu için dilemiştir. Zaten kulda, böyle bir irâde-i cüz’iyye, yani tercih hakkı olmasaydı, Cenâb-ı Hakk kuluna imtihan fırsatı vermemiş, onu hayra veya şerre zorlamış olurdu. Hâlbuki Cenâb-ı Hakk kuluna zorla bir günahı işletip, sonra da cezalandırmaktan münezzehtir.
Tedbir, tevekkülden önce gelir
Tevekkül, tedbiri ve esbaba tevessülü elden bırakmak değildir. Tevekkül, her türlü çalışma ve tedbirden sonra, çalışma ve tedbir yerine Allah’a itimat etmektir. Tedbir, bir şeyin lâzım gelen esbabını evvelce düşünüp hazırlıklı olmaktır. Tedbir aynı zamanda bir işin ilerisini gözeterek harekette bulunmak, istenilmeyen bir hâle düşmemek için bazı hususlarda ihtiyatlı olmaktır. İhtiyatlı olmak, muvaffakiyet alâmetidir. Tedbir, tevekküle mâni değildir. Tedbirli olmakla beraber işin muvaffakiyetini Cenâb-ı Hakk’tan beklemelidir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Musa Aleyhisselam’ın Cenab-ı Hakk ile bir hasbihalini şöyle nakletmiştir.
“Musa (a.s.) ‘Ya Rabbi, hastalığı veren kimdir? Hastalığı iyi eden kimdir?’ dedi. Cenâbı Hakk ‘Her ikisini de yaratan benim’ buyurdu. ‘O hâlde tabibe ne lüzum var?’ deyince, Cenâb-ı Hakk ‘Onlar şifa için yarattığım sebepleri bilir ve kullarıma verir. Ben de onlara bu yoldan rızık ve sevap veririm.’ buyurdu.”
Tevekkül, maksada erişmek için, maddî ve manevi sebeplerin hepsini yerine getirdikten sonra, neticesini Allâh’tan beklemektir. Kişi şayet beklediğine ulaşamazsa, üzülmemeli; “Hakkımda belki bu daha hayırlıdır” diyerek, kaderine razı olmalıdır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak, “Siz bir şeyi seversiniz, onun için çalışır ve onu elde etmek istersiniz, fakat bilmezsiniz ki, onun sonunda sizin için şer vardır. Yine siz bir şeyi sevmezsiniz, hoşunuza gitmez ve istemezsiniz, fakat bilmezsiniz ki, sizin için onun sonunda hayır vardır.” (Bakara suresi, âyet 216) buyuruyor.