Merhabalar efendim. Öncelikle kendimi tanıtayım. Bendeniz kediyim. Öyle sağda solda, çöp kutularının etrafında gördüğünüz alelade kedilerden değil, ciğerci kedisiyimdir. Nereli olduğumu sorarsanız, doğma büyüme İstanbulluyum. Yok öyle değil, ‘Aslen nerelisin?’ diye soruyorsanız, onu da söyleyeyim: Memleketim Van’dır. Baba tarafından dedelerimin hepsi Vanlıdır. Aslında siz onu bir gözümün siyah diğerinin kurşuni mavi oluşundan anlamışsınızdır. Zaten bu mahalle ciğerciliğine de hemşericilikten başlamıştım.
Üç yıl önceydi. Annemle babamı elim bir trafik kazasında kaybettikten sonra sokakları arşınlıyor, dört ayak üzerinde durmayı öğreniyordum. Tam da bu sırada karşıma çıkmıştı Halil Usta’nın dükkânı. Nereden mi anladım Vanlı olduğunu, tabelada koskocaman yazıyor ya ‘Vanlı Ciğerci Halil Usta’ diye. Okumam yazmam yok mu sanmıştınız. Okuma yazmayı daha minicikken ellerinde yumak gibi yuvarlandığım mahalle çocuklarının okumaya çalıştığı günlerde öğrenivermiştim.
Anne tarafımın Erzurumlu olduğunu anlayamadınız değil mi? Anne tarafından büyük dedem çok meşhurdur. Hani şu Evliya Çelebi’nin Erzurum’un soğuğunu anlatırken bahsettiği, damdan dama atlarken soğuktan donup, mayıs ayında buzlar çözülünce yere düşünce “mırnaavv” diyen kedi yok mu? O kedi benim anne tarafından yedinci dedem olur.
Ciğerci kedisi olmak kolay; fakat hüner o mertebeye erişebilmekte. Bir defa sabırlı ve biraz açıkgöz olacaksınız. Çünkü başlarda her kapı, yüzünüze kapanmak için varmış gibi gelir size. Her dükkân sahibi, ezeli düşmanıymışsınız gibi kovalar sizi. Canınıza kastedercesine terlikler, süpürgeler uçar peşinizden. Allah’tan, Halil Usta yufka bir yüreğe sahipmiş. İlk gittiğim gün hâlâ gözlerimin önünde. Birçok kapıdan kovulmuş umutsuz bir haldeyken önünden geçtiğimi, aynalı vitrindeki ciğer resimlerini görmüş, kapı aralığından kafamı sokmuştum. Halil Usta müşterilerine “Demek nasibi varmış.” diyerek elindeki paketle yanıma gelmişti. Müşterilerden “Verince alışır kapından gitmez.” diyenlere kulak asmadan önüme bir avuç kanlı ciğer parçalarını döküverdiğini dün gibi hatırlıyorum. Tabi, biraz da hemşerilik çekti diyebiliriz.
Halil Usta, İslambey Mahallesinin en eski kasabıymış. Tabelasında bin dokuz yüz altmıştan beri yazışı boşuna değil yani. Kendinden başka bir de karısı var, Ayşe Teyze. Etliye sütlüye de karışmayan bir kadındır. Eşini işe gönderir, evin işlerini, yemekleri yapar Ayşe Teyze. Halil Usta’nın herkesle dostane ilişkisi vardır. Düşene el uzatır, sıkıntılıya kulak kabartır. Sayılır, sevilir, selam vereni çoktur. Yirmi iki yaşında girdiği bu dükkândan başka bir rızık kapısı olmamıştır. Dükkân kendisiyle yaşıttır aslında. Babası o doğduğu sene dedesinden kalan mirasla açtığı dükkânı yirmi beş sene işletmiş, sonra da fani dünyadan çekip gitmiştir.
Biraz da ekmeğini yediğim dükkânı anlatayım size. Girişe göre solda kalan tezgâh L şeklindedir. Kısa tarafı caddeyi gören cama yakın olduğundan ciğerlerin her türlüsü bu taraftadır. Uzun tarafında ise sırasıyla çorbalık, tavukgöğsü, kanat, but ve bütün tavuklar dizilidir. Ciğerci dükkânında tavuğun işi ne diye düşünmeyin, hem tavuklar makine üretimi, lezzeti de paketlenmiş tavuklardan değil, Halil Usta’nın İslami usullere uygun kuru yolum tavuklarındandır. Lezzetini bilen bir daha usulsüz kesilen tavuklarından almaz. Tezgâhın karşısı ise dört adet, bir de kasap dükkânlarının olmazsa olmazı dev ayna var, bu küçük dükkânda. Tezgâhın arkasındaki duvar, boylu boyunca aynadır.
Kapı aralığından gözüktüğü kadarıyla içerisi epey kalabalık. Normalde bu saatlerde Halil Usta’nın dükkanın kapısını içeriden kilitleyip yerleri sabun köpükleriyle fırçalaması lazımdı. Fakat şimdi dükkanın içindekiler hep bir ağızdan konuşuyordu. “Oldu, tamam, hadi” gibi kelimeleri zor zahmet anlayabiliyordum. Halil Usta biriyle konuşurken diğerleri etraflarını sarmışlardı. Konuşmalar birden kesildi, Halil Usta haricinde herkes çıktı. Hemen arkalarından da Halil Usta çıktı. Ne dükkânı temizlemişti ne bana ciğer bırakmıştı. Dükkânın kapısını bile her gün yaptığı gibi üç kere değil bir kere kilitlemekle yetinmişti. Acaba Ayşe Teyze’ye mi bir şey oldu, diye düşündüm. Hava kararmak üzereydi, mecburen evin yolunu tuttum.
Sabah herkesten önce kalktım. Halil Usta dükkânı açmadan kapısına dikilip “Dün öyle birden çıktınız, sizi merak ettim usta!” edasıyla bakmalıydım. Dükkânın sokağına dönünce kapının kapalı olduğunu gördüm. Halil Usta’dan önce geldiğime sevindim. Babam olsaydı kesin “Kedi olalı bir fare tuttun.” derdi. Hemen kapının yanına dikildim.
Vakit öğlene yaklaşıyordu, Halil Usta daha ortalıklarda görünmüyordu. Karşıdaki şarküterinin sahibi Şükrü, dükkânının önünü ıslattı, camlarını sildi. Berber çırağı Nazmi, bütün havluları kurutma teline teker teker astı, dükkânı süpürdü. Emlakçı Nurettin elinde gazeteyle geldi, camdaki birkaç ilanı değiştirdikten sonra her zamanki koltuğuna oturup beklemeye başladı. Sağdaki kapı komşumuz tatlıcı tatlıları bütün tepsilere sarraf titizliğinde dizdi, kahvaltı için ekmek aldı. Bense sabahtan beri etrafımı seyrede seyrede yoruldum. Allah’tan yandaki Kunduracı Faruk bana acıdı da biraz ıslak ekmek koydu önüme. Esnaf arasında tek endişeli bendim herhalde. Halil Usta olsaydı kim dükkânını açmamışsa hemen etrafına sorar, ne olup bittiğini öğrenirdi. Ama şimdi kimse “Halil Usta dükkânı neden açmadı?” diye sormuyordu. İyice güneşte kaldığımdan mayışmış, öylece uzanmıştım. Salâ sesini duyunca hemen toparlandım. Durduğum yerde duramıyor, bir aşağı bir yukarı volta atıyordum. Midemin alt kısmında büyük bir endişe peyda olmuştu. İmamın yanık sesi salanın sonuna yaklaştıkça endişemi arttırıyor, büyüyen endişe midemi sıkıştırıyordu. Salanın sonunda bütün esnaf kapılara, mahalleli camlara çıkmış, elleri kulaklarında imamın ağzından çıkacak isme kulak kesilmişlerdi. Bendeki endişe yerini korkuya bıraktı. Korku, midemden geçmiş göğsümü sıkıştırıyor ve hatta boğazımı düğümlüyordu. “Mahallemiz eşrafından Van’ın Saray ilçesinden gelme Hacı Hasan Akdeniz vefat etmiştir. Cenazesi bugün öğle namazını müteakip.” esnaf kapılardan, mahalle sakinleri camlardan çekilirken derin bir ohh çektim. Korktuğum olmamıştı.
Salânın ardından hiç tanımadığım birisi, Halil Usta’nın dükkânını kendi anahtarıyla açtı, içeriye girdi. Son anda beni fark etmiş olacak ki kapının aralığından ayağını savurarak “piiisssstttt” dedi. Büyük camın ortasına yapıştırılmış bir kâğıdı söküp buruşturdu, dışarı attı ve kapıyı kilitledi. Nasıl fark etmemiştim ben o kâğıdı? Rüzgârda savrulan kâğıt önüme düştü. Hemen patilerimle buruşuk kâğıdı açtım ve okudum: “Devren satılık, müracaat içeri.”