Soğuk ve korkak bir sesle “İyi günler” dediler. “F. Hanım’ı tanıyor musunuz?” Aynı sesler “Burada bir kaza oldu da” dedikten sonra –bu durumda defalarca kalmış olmalarına rağmen- bir nefes kadar sustular ve devam ettiler:“Sizi aradığım telefon kazazedelerden birine ait, son aranan ve oğlum diye kayıtlı numara sizdiniz.Mecburen biz de sizi aradık.” Ayrıntılar hakkında bir şey demediler. Ambulansın yaralıyı götürdüğü hastane hariç.
Hastane kapısında,“F. Hanım isminde bir hastamız yok” dediler. “Yanlış anlamış olmasın. Gelse mutlaka söylerdik” diye eklediler. “Neden söylemeyelim? Neden inanmıyorsunuz?” diye üstelediler. En sonunda,“Bizim yapabileceğimiz bir şey yok” deyip gözlerini kaçırdılar. Neden sonra, uzun sirenleriyle ambulans çıkıp geldi. “Yolu açın,önümüzden çekilin, sizin hastanız şimdi geldi” dediler. Refakatçi almadıklarını ve en fazla ameliyathanenin önünde beklemeye izin verebileceklerini ifade ettiler.
Ameliyathanenin kapısı bir açılıp bir kapandı. Hızlı adımlarla giren sedyeler, onları ağır adımlarla ittiren taşeron işçileri tarafından dışarı çıkartıldı. Yavaş yavaş örtüleri değiştirildi. “Beyefendi, sakin olun lütfen” dediler. “Bir sizin hastanız yok. Biz de işimizi yapıyoruz. Bekleyin” dediler. “Böyle sürekli soracak olursanız nasıl çalışalım” diye sitem ettiler. Koskoca şehrin koskoca hastanelerinin bu kadar yoğunluğa rağmen tıkır tıkır işlediğine saygı gösterilmesini bekler gibi bir halleri vardı.
Ameliyat sürüyor, zaman sürünüyor, telefonlar susmuyordu. Ahizenin öbür tarafındakiler ağız birliği etmişçesine ‘Geçmiş olsun’ diyorlardı. ‘Allah şifa versin’ diyorlardı. ‘Sağlığına kavuşur inşallah’ diyorlardı. Bazı patavatsızlar ‘Kaza nasıl olmuş, yarası çok mu derin, kan kaybı çok mu’ gibi sadece acıtan sorular da soruyorlardı.Hele ‘Ben demiştim, biliyordum zaten’ diyenler yok mu…Çok nadir, içlerinden bazıları ‘Sıkma canını, bu da geçer ya hu’ da dediler.
Doktorlar “Maalesef,” dediler, “Kurtaramadık” dediler, “Başınız sağolsun” dediler. Sonra gittiler. Arkalarına bile bakmadılar. Ortalığı süpüren temizlikçiler elleriyle yeşil levhayı gösterdiler. “Buradan ineceksiniz” dediler. Levha büyük harflerle aşağı katı işaret ediyordu: MORG. “Burada beklemeyin” dediler. “Çıkın yukarı işlemlerinizi halledin, öyle gelin. Belge olmadan cenazeyi veremeyiz” diye eklediler.
Belgeyi yazıcıdan yazdıran memur birkaç saat önce “Biz de işimizi yapıyoruz, bekleyin” diyen memurdu. Nasıl da değişmişti bakışları. Hükmedenden acıyana… “Belgeyi başhekimliğe onaylatmayı unutmayın” dediler. Başhekimlikte kağıda mühür vurmadan önce aynı gözlerle yine baktılar. Yolun karşısını gösterdiler. “Karşıya geçin” dediler. “Orada belediyenin binası var. Bu belgenin bir nüshasını oraya verin. Onlar size defin işleri için yardımcı olacaklardır.”
“Sıra alın” dediler. “Sırasız iş olmaz. Sıra olmazsa burası nasıl karışır bir düşünsenize.” Kendilerine hak verdirdiler. Numara yanınca belgenin bir nüshasını aldılar. Ekranı çevirdiler. “Sistemimiz adres kayıt sistemiyle entegre halindedir” dediler. “Size en yakın mezarlık burası, bu mezarlıktaki sıradaki boş mezar da şurası” diye gösterdiler. Cenaze yıkama ve defin işlerinin belediye tarafından ve tamamen ücretsiz bir şekilde halledildiğini ifade ettiler. Bunu söylerken gururlanmış gibi göğüslerini kabartmayı ihmal etmediler. “Hiçbir ücret ödemiyorsunuz, ama şimdilik” dediler. “Beş yıl içinde mezarın tapusunu almanız lazım.”Nihayetmorga verilmesi gereken belgeyi uzattılar.
Ölüm belgesini aldılar elinden. İmzalayıp geri verdiler. “Bu kağıdı kaybetmeyin” dediler. “Bu kağıt olmadan değil gömmek, bir avuç toprak attırmazlar size. Şimdi çıkış kapısında bekleyin” dediler. Cenaze aracı yanaşmış bekliyordu dışarıda. Neden morglar en alt katta, eski kazan dairelerine komşudur diye düşünüyordu ki,“Hadi” dediler. “Bin araca, doğru gasilhaneye.”
Elinin teriyle ıslanmış kağıda bir imza da gasilhanede attılar. Gassal olan adamların cebine bahşiş sıkıştıracak oldu, “Olmaz” dediler, “Alamayız” dediler, “Bak, duvardaki panoda ne yazıyor” dediler:“Cenazeişleribelediyemiztarafındankarşılanmaktadır. Lütfenparateklifetmeyiniz.” Telefon, susmak bilmiyordu. Arayanlar hep “Başımız sağolsun” dediler. Yalnızca bir tanesi “Ben haber verdim eşe dosta” dedi. “Herkes evde, imam hazır, müezzine haber verildi, sizi bekliyoruz.”
Evin önü kalabalıktı. Yakın akrabalar, komşular, tanıdıklar, herkes oradaydı. Beyaz sandalyeler, üçerli beşerli gruplar halinde muhabbetlere eşlik ediyorlardı. Gelenler “Dolar aldı başını gitti” dediler, ekonomiye ayar verdiler; “Sonbahar da yaklaşıyor dediler”, yapbozlar misali döşenen kaldırımlardan başlayıp lafı belediyeye getirdiler.“Bu sene ne sıcak oldu dediler”, kuraklıktan dem vurdular; “Milli takımın işi zor” dediler, onu bunu çekiştirdiler. Yeşil boyalı araç kapının önünde durunca muhabbet eden kalabalık, muhabbetine mırıltıyla devam etmek zorunda hissetti kendini. İmam efendi ellerini açtı semaya; amin dediler. Aracın ardından caminin yoluna düştüler.
İkindi namazını müteakip caminin yanıbaşına geçtiler. İmam cenaze namazını tarif etti, cemaat her zamanki gibi cenaze duası yerine Fatiha okudu. Hep bir ağızdan üç kere “Helal olsun” dediler.“Cenaze aracına kadar tabutu omuzlamak iyidir” dediler. “Mezarlığa gelecekler, arkadaki otobüse binsin” dediler. İki kişi merhumenin biricik oğlunun koluna girdi. Önde yeşil boyalı araç, arkada imamın otomobili, en arkada da belediyeden tahsis edilmiş otobüsle mezarlığa vardılar. Mezar kazılmış, toprak yığılmış, kürekler hazır edilmişti.
Bir yandan cenaze mezara indirilirken diğer yandan imam efendinin gür sedası işitiliyordu. Okunan Yasin, toprak atılana kadar devam etti. “Toprak atmak iyidir” dediler, “Toprak atan kenara çekilsin” dediler, “Kürekleri elden ele verelim” dediler. Kimse merhumenin biricik oğlunun elinden almadı küreği. O, gözyaşlarıyla ısıttığı torağı mütemadiyen attı çukura. Onu görenler “Sanki toprak atmıyor da gül atıyor” dediler. “Karanfiller serpiyor” dediler. “Papatyalar deriyor” dediler. Atacak toprak kalmayınca ve mezarın üstü ufak bir tepecik olunca kenara çektiler, sıraya girdiler, birer birer baş sağlığı dilediler.
Ağır adımlarla doluştular otobüse. “Kimse kaldı mı” dediler, “Ateş düştüğü yeri yakar” dediler, “Ölüm hak, miras helal” dediler. Geriye bir imam kaldı, bir de oğlan. İmam telkin verirken, o yaş akıtıyordu. Beraberce döndüler mahalleye. “İmam vakit namazlarına da bekleriz” dedi. Oğlan eve döndü.
Kapının önündeki kuru kalabalık evin içine doluşmuştu. Onu görünce uğultu bıçak gibi kesildi. “Gel” dediler, yer açtılar, “Aramıza otur” dediler.“Sen her şeyin üstesinden gelirsin, Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın” dediler Uğultu yavaştan yine artıyordu. Sürekli bir şeyler diyordu insanlar. Sanki ona söylenecek söz bırakmamaya yemin etmişlerdi. Tek kelime etmesine izin vermiyorlardı. Herkesin yüzüne baktı oturduğu yerden. Hareketleri ve tavırlarıyla “Sen de aramıza en kısa zamanda dön” der gibiydiler.