Domaniç’in Atası: Selim Dede

“Büyük mezarların üstünde büyük vatanlar vardır. Büyük ölüleri olmayan milletler kalıcı olamazlar.”

Tarihiyle, kültürüyle, tabiatıyla, insanıyla; hâsılı her şeyiyle mükemmel, dört dörtlük bir karneye sahip memleketler vardır. İnsana, çok şey gösterir; pek mühim şeyler öğretir. Kimi zaman da unuttuğunu hatırlatır. Domaniç de bu tanımlamaya uyan, böyle bir yerdir işte. Tefekkür Tepesi’nden aşağılara bakıldığında buraların, avuç kadarcık bir obaya yaylak olmasından öte, koca bir medeniyete kuluçkalık yaptığını gösterir insana. Bir öğretmen edasıyla, “yaşanmışlıklar bütünü” diyebileceğimiz tarihin, yaşayanlardan ziyade sonradan gelenlere ne kadar lazım olduğunu, mananın maddeden hiçbir zaman koparılamayacağını, Hayme Ana’nın, evlatları ve torunları üzerinden öğretir. Unutanlara, cihanşümul bir imparatorluğun doğduğu yeri, deyim yerindeyse nereden geldiğini, köklerini hatırlatır. Yeter ki insan odağına bakmayı değil, görmeyi alsın.

Bakışlarım uzaklara, biraz sonra gideceğimiz Selim Dede (Selim Ata) Türbesi’ne doğru uzarken bir mütefekkirin şu sözünü de hatırıma düşürüyor Domaniç: “Büyük mezarların üstünde büyük vatanlar vardır. Büyük ölüleri olmayan milletler kalıcı olamazlar.” İşte Hayme Ana, işte Selim Dede, işte diğer ulular! Bu topraklarda neşet eden vatan, belli merhalelerden geçe geçe bugüne dek yükselmiş, ulaşmışsa eğer, hepsi sinesini bu vatan mülkünün temeline bir taş niyetiyle koyduğu içindir. Domaniç, mezarında büyük vatanlar taşıyanların vatanıdır.

Biraz da Üç Tepeler yönünü seyreyleyip, gözlerimizi Domaniç’in yeşiline iyice doyurduktan sonra Tefekkür Tepesi’nden ayrılıyor, Selim Dede’ye doğru yola çıkıyoruz. 

Huzur’a…

Selim Dede Türbesi, ilçe merkezine 10 kilometrelik bir mesafede, Çukurca Beldesi dâhilinde olsa da yerleşim yerlerinin epeyce uzağında, Kütahya istikametine giden yolun sağında yer alıyor. Çevresinde bulunan tarihî ardıçlar, deyim yerindeyse, bu tekkenin suyunu içmeye devam eden tek sakini konumunda. Bize yârenlik eden İbrahim amca bir ardıç ağacının altında, “Seyyah-ı âlem Evliya Çelebi, Bursa-İnegöl-Domaniç Beli’ni aşmış, Çukurca’dan, yani buradan geçerek Kütahya’ya gitmiş. Tabii burayı hemen es geçmemiş. Selim Dede’nin ziyaretgâhı dışında, o zamanlar hâlâ varlığını sürdüren, ‘Mutfakları ve fukara hücreleriyle bir mamur tekkedir,’ diye tarif ettiği Selim Dede Tekkesi’ne uğramış,” diyerek malumat veriyor. Sağ kolunu birkaç metre ilerimizdeki türbeye doğru uzatıp, işaret parmağıyla genişçe bir yay çizerek bilgi akışını sürdürüyor: “Evliya Çelebi’den öğreniyoruz; büyük büyük ağaçlar, gürüldeyerek çıkan kaynak suları varmış burada. Hem suya hem de Selim Dede’ye yakın olmak isteyen insanlar, gelip tekkenin yanına yöresine ev yapmış zamanla. Bir köy teşekkül etmiş. Yine Hazret’in demesine, tamamı Müslüman, yirmi haneli bir köymüş bu. Adına da Selim Dede’ye binaen Selim Baba Köyü demişler. Bugün bir belde olan Çukurca –derler ki– o tarihlerde Selim Baba Köyü’nden ufakmış. Fakat zaman bu türbe ve birkaç ufak kalıntı dışında ne var ne yoksa silip süpürmüş.”

Vatan hâlâ ayaktaysa bu, vatan toprağının her karşına sinmiş ruhlarında ulviyet taşıyanların eseridir.

Rüzgarın sertliğini artırmasıyla ağaçlar vecde gelerek zikre duruyorlar adeta. Ne hoş, ne mest edici, ne rahatlatıcı bir ses! Türbenin yalnız duruşu, sırf bu sesi duymak için o kalabalık, gürültülü tarihi zamanların içinden kaçıp uzlete çekildiğini hissettiriyor bana. Gereksiz kalabalıkların çıkardığı sesler, birçok güzel sesi perdelemekten başka ne iş görür?

Selim Dede’nin huzuruna doğru ufak, ihtiyatlı adımlarla yürüyoruz. Türbenin girişi o kadar dar ve ufak ki eğilip bükülmeden içeri girilmez. Gururdan ayrılmadıkça, kibrin kolunu kanadını kırmadıkça; yani büyüklerin karşısında küçülmedikçe de kapı geçit vermez. Velhasıl bu küçücük kapı, daha girişte insana büyüklerin huzurunda nasıl olunması gerektiğini söylüyor. Biz de nasıl gerekiyorsa öyle; adeta ikiye katlanarak giriyoruz huzura. İçeriye hızlıca göz gezdiriyorum. Türbenin kapıdan da ufak, tek bir penceresi var. Bir de Selim Dede’nin kabri yanında kimlere ait olduğu bilinmeyen iki tane mezar… Dikkatimi çeken başka bir şey olmuyor. Ziyaretimizi yapıp huzurda biraz oturduktan sonra arka arka, aynı halde çıkıyoruz. 

Kimi boş, kimi dolu gider

Selim Dede’nin mekânından hemen ayrılmak istemiyoruz. Yanımızda getirdiğimiz hasırları, gölgesi geniş alana düşen bir ardıç ağacının altına serip İbrahim amcanın etrafına sağlı, sollu kuruluyoruz. O, anlatmayı, biz dinlemeyi seviyoruz. “Bu türbenin çevresinden bir şey alınmaz. Zarar getireceğine inanılır. Ama sen gel de hırsıza laf geçir. Vaktiyle Selim Dede’nin başucunda bir sancak asılıydı. Kim cesaret etti ise çalıp götürmüş,” diyor İbrahim amca. Bunun üzerine az zaman önce türbenin o küçücük kapısının önünde düşündüklerim geliyor hatırıma. Eğilerek, tıpkı bizim gibi içeri giren bir hırsız canlanıyor gözlerimde. Kapının girişine bir söz yazılsaydı, bu ne olurdu, diye düşünüyorum. Aklıma şunlar geliyor. Defterime yazıyorum: Bu kapı herkese açık. Fakat kimi boş gelir, boş gider. Kimi de boş gelir, dolu gider.

Horasan ereni

“Selim Dede’nin, Domaniç topraklarına Orhan Gazi ya da Birinci Murad Han zamanında geldiği söylenir. Tekkenin tam buraya kurulması boşa değildir. Burası, Çukurca’dan Domaniç Beli’ni geçip İnegöl’e varan derbendin başıdır. Dolayısıyla Selim Dede Tekkesi, Kütahya tarafındaki girişlerin kontrol edilmesi ve derbendin bu başının güvenliğini sağlaması açısından önemlidir,” diyor, İbrahim amca, yumuşak sesiyle. “Fakat her şeyden evvel o, bu toprakları İslam’ın nuru ile tenvir eden büyük bir büyük zattır. Bir Horasan erenidir kendisi. Karaca Ahmet Sultan’dan başlar, ta Ahmet Yesevi Hazretlerine kadar yürür bağı. Tasavvuf ehlidir. Ömrü boyunca tek derdi, her gönül ereni gibi, insanların gönlünü fethetmek ve Hazreti Allah’ın ipine sımsıkı sarılmalarına vesile olmaktı.”

Tefekkür Tepesi’nden bu yana baktığımda aklıma düşen mütefekkirin sözü, hatırımda yeniden canlanıyor ve içimden devamına şunu ekliyorum: Vatan hâlâ ayaktaysa bu, vatan toprağının her karışına sinmiş ruhlarında ulviyet taşıyanların eseridir.

Bu büyüklerin büyüklüğü olmasa idi,  bir oba, imparatorluğa nasıl dönüşürdü?

Bir yaba hikayesi

Rivayet o ki, Osmanlı-Rus savaşları sırasında bu köyden bir genç askere çağrılır. Gitmeden bir gün öncesinde, gece rüyasında Selim Dede’yi görür. “Evladım, savaş sırasında olur da zora düşersen, beni çağır,” der ve bunu üç defa tekrarlar. Genç, askere uğurlanır. Gel zaman git zaman, savaşın pek fena kızıştığı, karıştığı bir andır. Göğüs göğse vuruşulmaktadır. Genç, gücü tüketmiş, zora düşmüştür. Ölümü beklerken aklına rüyası gelir, “Medet ya Selim Dede, yetiş!” der ve bunu üç kez tekrarlar. Üçüncü tekrarlayışının sonunda Selim Dede’nin elinde yabasıyla (harman savurmakta kullanılan tarım aracı) önüne geleni temizlediğini görür. Bir zaman sonra düşman askeri kalmamış; kalanlar da kaçmıştır. Selim Dede, düşmanı savuşturduğu sırada yabasının bir parçası kırılarak yere düşmüştür. Genç bunu görmüş, Selim Dede, gözden kaybolduktan sonra onu alıp saklamıştır. Savaş bitince köyüne döner. İlk günden ziyaretine gelen; soran, sormayan herkese elindeki yaba parçasını göstererek Selim Dede hâdisesini anlattır. Kimi inanır, kimi de “Selim Dede’de yaba ne gezsin,” deyip inanmaz. İnanmayanlara, “Yabanın diğer parçası, Selim Dede’dedir. Gidin, alın, gelin. İki parçayı yan yana koyun. Birbirini tutmazsa o zaman ne derseniz, deyin!” der. Birkaç kişi, sırf eğlencesine kabul edip türbeye gider. Türbenin kapısının önüne geldiklerinde büyük şaşkınlık yaşarlar. Kırık bir yaba, sapı aşağıda olacak şekilde duvara dikine yaslanmıştır. Alırlar, gencin yanına gelirler. İki parçayı birleştirirler. Parçalar birbirini tamamlamıştır.”

Selim ve Selimeler

Selim Dede Türbesi, çocuğu olmayanların da sık uğrak yeridir. Çocuğu olmayanlar, buraya gelir, Selim Dede’yi vesile kılıp Hazreti Allah’a kurban keser, dua ederler. Erkek çocuk olursa Selim, kız çocuğu olursa Selime adını koymak, Selim Dede’ye saygı ve sevgilerinden ötürü yöre halkınca âdetten sayılmıştır.  O sebeple buraların Selim’i de çoktur Selime’si de. “Bizzat yakın, sevdiğim bir komşumda bu duruma şahit oldum” diyor İbrahim amca. Çocukları olmazdı. Yedi sene boyunca gitmedik hastane, bakılmadık doktor bırakmadılar. Ne tedavi denedilerse meyvesini bir türlü alamadılar. Öyle bir duruma gelinmişti ki en son çare Selim Dede kalmıştı. Selim Dede’nin huzuruna vardılar. Biz de yanlarındaydık. Allah rızası için ve çocuk niyetiyle kurbanlarını kesti, pişirdi, ahaliye dağıttılar. Aradan çok zaman geçmemişti ki müjdeli haberi aldılar. Erkek çocukları oldu. Çocuğa bir ad da benim vermemi istediler. Ben de âdet olduğu üzere Selim dedim. Dilimiz döndüğünce dualar ettik, sonunu da Dedem Korkut gibi tamam ettik. ‘Adını ben koydum, yaşını Allah versin.’”

Son bakış

Programımızda ziyaret edeceğimiz başka yerler olduğundan ayaklanıyoruz fakat İbrahim amca, araçların durduğu yere değil, türbenin kuzey cihetine yürüyor, biz de peşi sıra onu izliyoruz. “Domaniç en güzel haliyle buradan gözükür. Buraya kadar gelip de Domaniç’e bakmadan gitmek olmaz,” diyerek yürümesini durdurduğu yerden Domaniç’i işaret ediyor. 

Yeşil, büyük dağlara yaslanmış Domaniç’e bütün dikkatimle bakıyorum. Koskoca manzaranın içinde tuttuğu yer, bir avuç kadarcık. “Şüphesiz Hayme Ana’nın avuçları bu görünenden daha büyük; Selim Dede’nin gönlü daha genişti,” diye geçiriyorum içimden. “Bu büyüklerin büyüklüğü olmasa idi,  bir oba, imparatorluğa nasıl dönüşürdü yoksa?”

Asude bir yaz günü üzerimizden yavaş yavaş çekilirken rüzgar aynı sertlikte esmeyi sürdürüyor. Ardıçlar da Selim Dede’nin huzurunda zikirlerine devam ediyor. Hû!

Exit mobile version