Ecdat yadigarı atasözlerimiz vardır; dillerde ve diyarlarda dolaşan, asırları aşıp, günümüze ulaşan. Bağdat; anadır, Halep; arşın. Kısmet ise Hint’ten Yemen’den gelir. Evdeki bulgurdan olmak, Mısır’da Dimyat’a gitmekle ölçülür.
Ortadoğu kelimesi, zihnimize bir türlü oturmaz. Orta neresidir, doğusu nereye düşer? Sanki çok uzak diyarlardan bahsedilmektedir. Sınırlar coğrafyada değil zihnimizde çizilmiştir. Oysaki insanın sınırları dilinin sınırlarıdır. Atasözlerimize bakınca dilden dile geçen gönülden gönüle erişen nice söz alıp verdiğimizi ortadadır. Çünkü kültürel yakınlık her zaman coğrafi yakınlığın önüne geçer. Özellikle Bağdat, Halep, Şam, Mekke-i Mükerreme günlük hayatımızda yanı başımızdaki bir köy ve mahalleden, sokaktan söz edilir gibi söylenir. İşte o atasözlerin çıkış hikayeleri:
Ana gibi yar Bağdat
Bağdat deyince, İmam-ı Azam, Abdülkadir-i Geylânî (r.anh.) gibi âlimler yüzümüzü güldürür. Bağdat, ilim-irfan, ticaret ve kültür yurdudur, ilim ocağıdır hafızamızda. Adına, “Selam Yurdu, Emniyet Yurdu” manasına “Dârü’s-selâm” da denilmişti. İslam mimarisiyle, tam teşekküllü ilk hastanenin de kurulduğu yerdir.
Bağdat, Müslümanlara hizmet ettiği yıllarda bir ‘ana’ gibidir. Öyle ki ecdadımız “Ana gibi yar Bağdat gibi diyar olmaz.” diye tarif eder. İşin aslı şudur: Ana (Ane), Bağdat yakınlarında bir “yar”, yani uçurum adıdır. Geçilmesi zor ve çetin bu yar için, “Ane gibi yar/uçurum olmaz.” diye mübalağa yapılmıştır. Uçurumu görüp geçenler Bağdat’ın güzelliğini görünce de “Bağdat gibi diyar olmaz.” şeklinde sözü itmam etmişler. Ve bu atasözü, uçurum anlatan bir yer’den şefkat kollarını açan ‘ana’ya tebdil eylemişler. Ane uçurumundan geçmek kolay; ancak şimdi ‘Bağdat gibi diyar olmaz.’ denilebiliyor mu?
Halep oradaysa arşın burada
Çok atıp tutanlar için söylenir bir atasözümüzdür. Hikâyesi tam da bunu anlatır: Halep’e gidip gelen adamın biri, bunu kendisine iftihar vesilesi yaparmış. Her konuşmasına “Ben Halep’teyken…” diye başlar ve dinleyenleri de bıktırırmış. Bir gün mecliste söz uzun atlamadan açılmış. Adam hemen sözü almış:
“Ben Halep’te iken on beş arşın atlardım.” diye bir palavra atmış. Artık dayanamayan biri:
“Hadi canım sen de, on beş arşın atlamak kim, sen kim?” demiş.
“Doğru söylüyorum, gerçekten atladım!” diye ısrar etmiş.
Orada bulunan bir marangoz dayanamamış, çantasından arşını çıkarıp:
“Halep oradaysa, arşın burada. Hadi atla da görelim!” demiş.
Basra harap olduktan sonra…
“Ba’de harâbi’l-Basra”, yani “Basra harap olduktan sonra” manasındaki tabir, iş işten geçtikten sonra, manasında kullanılır. Bu deyimin de şöyle bir hikâyesi vardır.
Bir zamanlar yaşlı bir dervişin yolu Basra’ya düşmüş. Açlıktan bitkin düşen derviş kime gitse, “Allah vere dede efendi.” cevabını almış.
Derviş son akçesini de vererek bir parça et alabilmiş. Eti pişirebilecek ne bir ateş bulabilmiş, ne de kimseden yardım. Derviş, içinden dua etmiş:
– Ey Allah’ım. Şu Basra halkının kayıtsızlığından sana sığınırım. Beni bağışla ve şu bir lokma etimi pişirecek bir ateş ihsan buyur. Daha duası biter bitmez Basra’yı büyük bir yangın sarmış ve kısa sürede birçok yer kül olmuş. Bir köşede ateş üstünde etini pişiren derviş, Allah’ın büyüklüğüne hayran fakat kendi sabırsızlığından pişman olarak şöyle demiş:
– Ba’de harâbi’l-Basra, nefsimizi köreltebildik.
Kısmet ise gelir Hint’ten Yemen’den, kısmet değilse ne gelir elden
Semercilik sanatının en güzel yapıldığı yer olduğundan Semerkant’a bu ad verilir. Kervancının birinin yolu Semerkant’ın ünlü semer ustalarından birinin dükkânına düşer. O sırada dükkânda genç çırak vardır. Kervancı, Buhara’ya, oradan Hindistan ve Yemen’e kadar uzanan bir yolculuk yapacağını, develerinden birinin semeri olmadığını söyler ve çırağa:
-Bu eski semeri, yeni semer fiyatına sat. Devemin boş gitmesini istemiyorum, der.
Çırak, kârlı bir satış yaptığını düşünerek eski semeri kervancıya verir.
Meğerse ustası, kırk yıldır kazandığı paralardan artırdıklarını bu eski semerin içinde saklarmış.
Çırak, kervancının peşinden Buhara’ya kadar gider. Bir kaç ay dolaşır, geri döner.
Semer ustası, çırağını teselli etmek için şöyle söyler:
-Nasip ise gelir Hint’ten Yemen’den
Nasip değil ise, ne gelir elden!
Aradan uzun bir zaman geçer. Semerci ve çırağı dükkânda semer yaparken bir adam gelir. Çırak adamı hemen tanır. Gelen adam, eski semeri götüren kervancıdır. Kervancı, çırağa:
– Oğul, bu eski semeri alıp gittim ama aklım hep sende kaldı. Ustasının haberi olmadan çocuk bunu sattı, ya ustası gelince kızar, darılırsa, diye çok üzüldüm. Alın bu semeri bana yeni bir semer yapın, der.
İçi altın dolu eski semer olduğu gibi teslim edilir. Usta ve çırak birbirlerine bakar. Ustasının “Nasip ise gelir Hint’ten Yemen’den, nasip değilse ne gelir elden.” sözü dillerde dolanmaya başlar.
Bulunmaz Hint kumaşı
Kıymetli, bulunmaz şey, nadir ele geçen manasında bir tâbirdir. Eskiden Hint’den gelen kumaşlar hem kıymetli, hem de nâdir bulunurdu. Bu kumaşa gezi denirdi, sert ve hareli bir nevi ipek kumaşın adı idi. Her rengi vardı. Bilhassa açık renkli olanlar makbuldü. Eski zamanlarda kadın elbiseleri geniş ve uzun olduğu için iki toptan bir elbise yapılabilirdi. Şam gezisi, Halep gezisi, Bağdat gezisi varsa da en makbulü Hint gezisiydi. Başak kumaşlara nispeten pahalılık için “bulunmaz Hint gezisi değil ya” diye darb-ı mesel haline olmuştu.
Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak
Eldeki ile yetinmeyip başka şeylere göz dikenlere bu deyim söylenir. Hikâyesi şöyledir: Vaktiyle adamın birinin gözü hep yüksek yerlerdeymiş. Evde sürekli bulgur yemekten şikâyet edermiş:
“İçimiz dışımız bulgur oldu. Evdeki bulgurları satıp pirinç almalıyım.” demiş Pirincin Mısır ülkesi Dimyat’ta satıldığını öğrenmiş. O yıl, hasattan çıkan bulgurları satarak parasını almış. Dimyat’a gitmek için gemi ile yola koyulmuş. Epeyce yol almış, ancak eşkıyalar yolunu kesmiş. Zavallı adam beş parasız, memleketine dönmüş. Mahalledekiler neler olduğunu sormuşlar. O da:
“Sormayın arkadaşlar, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olduk.” cevabını vermiş.