Harput Elazığ ismi ile kayıtlara gecene kadar bu sürede nice devletler yer ile yeksan oldular, Geride bıraktıkları ise mücadelelerin bir eseri telakki edilecekti, Yapılan mücadeleleri anlamak için Harput kalesine çıkıyoruz, Gözümüz etrafta kulağımız ise rehberimizin anlattıklarında merakla ilerliyoruz.
Üzerinize göçecek gibi duran kocaman kayaların ihtişamı daha mağaraya girmeden insanı ürpertiyor. Aşağıya doğru merdivenlerden sarkıtılan iplerden tutunarak inmek zorundayız. Yerler kaygan; ancak mağara bir kişi inebilecek genişlikte. Aşağı indikçe indikçe soğukluk artıyor. Sabah vaktindeki kırağı gibi buz tanecikleri ile karşılaşıyoruz. Harput’un 11 km kuzeydoğusunda, Keban Barajgölü’ne nazır, 1560 rakımlı, Türkiye’de gezilebilen on mağaradan birisi olan Buzluk mağarasındayız.
Mağara, jeomorfolojik yapısı sebebi ile ters iklim özelliği taşıyor. Yani yazın hava ne kadar sıcaksa içerisi o kadar soğuk, hatta buz kristalleri sarkıt ve dikitler halinde mağaranın ağzına kadar geliyor. Kışın ise tam tersi, dışarısı ne kadar soğuksa içerisi o kadar sıcak oluyor. Aydınlatmadan bahsedildiyse de lambaların
yanmaması ayrı bir endişeydi. Her yer karanlık, ya taşlar dönüşte yolu kapatırsa. Kimisi tepe lambası eşliğinde kimisi de cep telefon ışığında ve taşların soğukluğunda 15 metre aşağıya inmek büyük cesaretti. Tabi inemeyenler de vardı. Ve fotoğraf makinesinin flaşında bir yarasayı ürkütmeden fotoğraflamak, gezinin en büyük heyacanıydı.
Buzluk Mağarası’ndan çıktığımızda güneş kızıllığa bürünüyordu. Karşımızda ise Karasuyu ve Murat Nehrinin meydana getirdiği Keban Baraj’ı duruyor. Keban Barajı’nın çıkışı ise Fırat Nehri’ni oluşturuyor. Keban Barajı’ndan çıkan Fırat Nehri, denize ulaşmak için var gücüyle akarken, yeryüzünün direkleri olan dağlardan vadiler açıyor. Volkanik bir tabakaya sahip beyazdan griye, griden kahverengiye bürünmüş, bereketli kurak topraklar yeşermek için suyu bekliyor. Diğer taraftan Keban, Karakaya, Kralkızı, Özlüce ve Seyrantepe ile suyun gücünü elektriğe çevirme mücadelesinde. Ve barajların bölgede oluşturduğu ılıman iklim etkisi Akdeniz’e has sebze ve meyve yetiştirmeyi kolaylaştırıyor.
Harput’un isim mücadelesi
İlk günden beri söylenilen Harput ismi de bir mücadelenin içinde yer alıyor. Harberd şeklinde olan har, toprak taş; berd, kale manasına geliyor. Taşkale manasında kullanılmış asırlardır. Harput 1834 yılına kadar Diyarbakır’a bağlı bir sancaktır. Sultan İkinci Mahmud döneminde Reşid Mehmed Paşa, Şark vilayetlerinde ıslahat yapmaya ve otorite sağlamaya memur edildiğinde Ordu Müfettişliği Merkezini Harput’a bağlı “Mezra” ya taşır. Aynı yıl içinde hastane, kışla ve cephane gibi binalar yapılmış, bugünkü Elazığ’ın temeli atılmıştır. Yeni yere Sultan Abdülaziz Han devrinde yapılan imar çalışmalarından dolayı “Mamuret’ül-Aziz” denilmiştir. Harput’un mezraya yani ovaya nakledilmesinin sebepleri hudut şehri olmaktan çıkması, ana yollara sapa kalması, özellikle kış mevsiminde ulaşım güçlüğü ve daha sonra İkinci Abdülhamit Han’ın hız vereceği demir yolu ile bölgenin stratejik konumunun artması gösteriliyor.
Söyleyişinin uzunluğundan dolayı ahali arasında El-Aziz şeklinde söylenilmeye başlanır. Ancak daha sonraları eskiyi değiştirme adetinden dolayı 1937’de Bakanlar Kurulu kararı ile Elazık olarak değiştirilmiştir. Bu defa teleffuzunun zorluğu ortaya çıkar. 10 Aralık 1937 Bakanlar Kurulu kararı ile ilk manasına hatırlatmayan Elazığ şeklinde isimleştirilmiştir.
Tarihî bir nazar ile bakıldığında ilk kurulduğu andan itibaren 1834 yılına kadar Harput ismi muhafaza edilirken, yaklaşık 100 yıl içerisinde 1937’ye kadar şehrin isminin bu kadar çok değiştirilmesi akıllara kasıttan başka bir şey getirmiyor. Eskiler isminin nerden geldiğini bilseler de yeni nesil sadece ‘Elazığ’ isminin telaffuzu ile yetiniyor.
Kaleden kalanlar
Harput, Elazığ ismi ile kayıtlara geçene kadar bu sürede nice devletler yer ile yeksan oldular. Geride bıraktıkları ise mücadelelerin bir eseri telakki edilecekti. Yapılan mücadeleleri anlamak için Harput kalesine çıkıyoruz. Gözümüz etrafta kulağımız ise rehberimizin anlattıklarında merakla ilerliyoruz. Kale, iç kale, dış kale şeklinde iki bölümden oluşuyor. Kaleye süt kalesi de diyenler var. Efsaneye göre kuraklık olduğu zaman kalenin yapımında süt kullanılmış. Uzmanlara göre ise, duvarlardaki mukavemeti artırmak için yün ile beraber sıva harcına süt katılmış. Kale, Hititler’in kolu olan Hattiler tarafından kurulmuş. Hitit kaynaklarında ise Harput’tan İşuva diye bahsedilir. Sonra Urartular hâkimiyet kuruyor.
İl Kültür ve Turizm Müdür Yardımcısı Selahattin Yazar, kaleden ve yapılan çalışmalardan bahsediyor. Beş yıllık süren araştırma kazısı neticesinde kalenin ortasında bir zindana rastlanıyor. Zindan yeni ortaya çıkarılmış. Burası ilk olarak, Urartular döneminde zeminden dört metre taşlar oyularak sarnıç olarak yapılmış. Sonraki devirlerde zemin 110 metre kadar kazılarak zindan haline getirilmiş.
Kalenin ortasına doğru ilerliyoruz. Osmanlı dönemi Orta Mahallesi’nin kalıntıları, tabelalardan ibaret mahalle mektebi, cami, dükkân ve bir de Osmanlı konağına rastlıyoruz. Restorasyon sırasında örülen taşlar ve üzerine örtülen çinkolar, alelade bir şekilde yapılmış izlenimi veriyor. İtikafa çekilmek için yapılan çilehanenin büyük olması dikkatten kaçmıyor. Mancınıktan kalan yuvarlak taşlar hemen çilehanenin yanında olduğu gibi duruyor. Osmanlı dönemindeki yerlerde yapılan kazılarda sikkelere rastlanmış. Sikkelerin bir tarafında Arapça bir tarafında Latin alfabeli yazılar varmış. Büyük ihtimalle Haçlı seferlerinde bir etkileşimin olduğunu gösteriyormuş.
Kaleden aşağıya doğru inerken Harput’u çevreleyen dış kalenin kalıntılarını görmek imkansız. Dış kale denmesinin sebebi saldırı anında iç kaleye ulaşmakta bir ön siper vazifesi görmesi. Dış kale ile çevrili olduğu zamanlarda Harput’un nüfusu 30.000’e ulaşmış. 19 mahallesi varmış. Bu bilgilerden sonra kalenin aşağısına iniyoruz.
Eğri minareli Ulu Cami
Kaleden sonra, Ulu Cami eğri minaresi ile bizi karşılıyor. Ulu Cami yapıldığı zamanlarda yörenin en büyük cami olduğu için öyle adlandırılıyormuş. Caminin ortasındaki avlunun üzeri camla örtülmüş. Eskiden kervanlar su ihtiyacını bu avludan karşılarlarmış. Böylece kervandakilerin de ibadet etmesi düşünülmüş. Duvarlar, kubbe tekniği ile değil de kemerlerle birbirine bağlanmış. Cami, 1156 tarihinde Artuklu hükümdarı Fahreddin Karaaslan tarafından yaptırılmış. Tuğladan yapılmış kırmızı, eğri minaresi ile hala ayakta ve yapımındaki sıva ve tuğlaların kokusu, manevi kimliğini muhafaza etmekte.
Herkes minarenin eğriliğine hayran hayran bakarken caminin avlusundaki mezarlık dikkatimi çekiyor. Mezar taşlarından eski bir mezarlık olduğu anlaşılıyor. “Seyyid El Ahmed Çapakçuri Hazretlerinin kabri 20 metre aşağıdadır.” tabelasını takip ediyorum. Osmanlıca yazılmış kitabesinden nakşiyül meşrep bir zat olduğunu okuyorum. 19. yüzyılda yaşamış hicri 1340 (m. 1921) yılında irtihal etmiş. Gruptakiler onun Çapakçur kısmı ile alakadar oluyor. Çapakçur, Bingöl taraflarından gelenler için söyleniyormuş. Çur, kelimesi Rize-Hemşin’de, su manasında kullanılıyor. Çır da deniliyor; akan, şelale manasına geliyormuş. Numune bir Harput evi Şefik Gül Kültür Evini gezdikten sonra, Belek Gazi’de öğle yemeğine oturuyoruz.
Belek Gazi’den Kurşunlu Cami’ye
Elazığ’a hakim Belek Gazi abidesinin bulunduğu tepede Belek Gazi’yi dinliyoruz. Artuklu hükümdarlarından olup, soyu Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Kayı boyuna dayanıyor. Onu daha önemli kılan ise Haçlıları ağır yenilgilere uğratması. 1122 yılında Urfa Kontu Josselin’i esir etmiş. Bu da yetmemiş 1123’te onu kurtarmaya gelen Kudüs Kralı Baudouin’i esir almış ve ikisini de Harput kalesinde hapsetmiş cesur bir kahraman olarak hâlâ yâd edilmekte.
Haçlı seferlerindeki muzafferiyetlerinden dolayı Selahaddin Eyyübi ile denk görülmüş. Belek Gazi deyince halkın zihninde Anadolu’da İslamiyet’i silmeye çalışan Haçlılarla olan mücadeleler akla geliyormuş. Elazığ’a bu tepeden baktıktan sonra Belek Gazi’den Osmanlı’ya kadar yapılan camileri geziyoruz.
Grup halindeki gezimizi Arap Baba Türbesi’ni ziyaret ettikten sonra akşam üzeri uğradığımız Buzluk Mağarası ile sonlandırıyoruz. Daha keşfedilmeyen yerler olduğu düşüncesiyle Harput’a bir günümü daha ayırıyorum.
Hindistan’dan Harput’a uzanan bir mücadele
Ertesi gün daha önce fark etmediğim bir tabelaya gözüm takılıyor: Fatih Ahmed Baba Eğitim ve Kültür Derneği. Adına dernek kurulmuş bu zâtı merak ediyorum. Dernek çalışanları ile Harput’a 2 km uzaklıkta bağlık ve bahçelik bir derenin yamacında mescidi de bulunan Fatih Ahmed Baba Türbesi’ne gidiyoruz. Ve bu zat hakkında çok enteresan malumatlar öğreniyorum.
Hindistan’da bir rivayete göre Buhara’da dünyaya gelmiş. Nakşiyül meşrep bir zâtmış. Silsile-i Sâdât’tan Hace Ali Râmîtîni Hazretlerine intisap etmiş. 13. yüzyılda Anadolu’da İslamiyet’in yayılması için fetihlerde bulunmuş. Türbesi çevresi ile beraber tadilat yapılıyor. Hicri 713 (Miladi 1313) tarihinde şehit düştükleri 10 arkadaşı ile burada medfun olduğu türbe tabelasında yazıyor.
Onun adını yaşatmak için, Anadolu’da İslamiyet’in yayılması için Hindistan’dan gelen, bu zatın mücadelesine nispetle Fatih Ahmed Baba Eğitim ve Kültür Derneği kurulmuş. Bu malumatları aldıktan sonra dernek binasından iki gün gezdiğim Harput’un bütün bu anlatılan tarihi ve kültürel varlıklarını görmek ise tam isabet olmuştu.
39 Çeşit Bağ Sahibinden Orcik Nasıl Yapılıyor?
“Bir bağ 10 yaşında, 10 kişinin aldığı oksijeni verir. Amerika’nın Josh’una karşıyım, fabrika yapmışlar, biz temizliyoruz. Bu hava kirliliğinden ben onlardan alacaklıyım. Üzüm aşağıdan yukarıya yenir, altı ekşi yukarıya doğru tatlılaşır. Ne diyorsunuz El-aziz, çalışkanlığı ile eli aziz olan; Elazığ, azığı elinde olan. Ne diyorsunuz, Harput; İslam’la beraber inançla o putları har ettikleri için Harput adı veriliyor. Biz bu neslin torunlarıyız.” diyerek hayattaki mücadelesini böyle anlatıyor, Niyazi Amca.
Keban Barajı’na bakan Serince köyünde 70 yaşındaki Niyazi Amca, bahçesinde 5 cins bağı 39 cins üzüm bağına çıkaran hayat mücadelesini bu cümlelere sığdırıyor. Orcik yapımını izlemek için bu ailenin yanına varıyoruz. Bağ için kükürtten başka ilaç kullanmıyorlarmış. Kuru üzüm yapmak için ilaç kullanılırken o zeytinyağı ile yapıyor. Elazığ’da Orcik, Maraş’ta cevizli sucuk, Gümüşhane’de pestil diye isimlendiriliyor.
Orcik için ceviz ve pekmez gerekli diyor Niyazi Amca ve sırrını anlatmaya başlıyor; Orcik, Elazığ’ın meşhur boğazkere siyah üzümün pekmezinden yapılır. Bahçemde 39 cins üzüm var. 9’u siyah 4’ü kırmızı 26 ‘sı ise beyaz cins. Siyah üzümün vitamini daha zengin. İnsanlar ambalaja bakıyor. Beyaz olsun sadece güzel olsun istiyor. Eşimin dedesi 150 sene önce cevizli şeker yer İstanbul’da askerlik yaparken, bunu ben de yaparım deyip, kolları sıvamış.
Cevizleri ilk önce ipe dizeriz. İkinci aşama üzümün önce şıra, sonra kaynatılarak pekmez haline getirilmesi. Pekmez yaparken de şekeri mayalamak için nasıl toprak katılırsa pekmeze de toprak katarız. Toprak dibe çöküp, pekmeze aroma verir. 120 kiloluk kazan için iki avuç pekmez toprağı atılır. Toprak, pekmezin koyulaşmasını sağlıyor.
Üçüncü aşama ise pekmezi bulamaç haline getirmek. Bunun için normal un yerine, harcına dut unu koyuyoruz. En sonunda ipe dizili cevizleri bulamaca batırarak güneşte bekletiyoruz. Kuruyunca katılaşıyor ve orcik sayesinde ceviz, üzüm ve dutu bir ipte toplamış oluyoruz.
Köpük orcik ise orciğin padişahıdır. Rengi beyazdır. Bunun sebebi ise pekmez ile yapılan bulamaç iyice çırpılınca bembeyaz köpük haline gelir. İpe dizili cevizler bulamaca bandırılır.