Emeğin Bereketi

“Bir kârı olmadıktan sonra bu işi niye yapıyoruz ki! El elde baş başta olacaksa bu kadar uğraşıp didinmek neden?”

“Biz” diyor, “emeğin bereketi için çabalıyoruz. Çünkü emek, bereketin kapılarını açar.”

Bir yaz tatilinde, ağustos ayında, dedem, babam, annem, kardeşlerimle birlikte tarlada, bir gölgeye oturmuş çalkamaya kaşık sallıyoruz. Çalkama dediğim, yoğurda doğranmış köy ekmeğinden ibaret bir yemek. Eğer çok katı olursa biraz da su… Köyün, polat gibi sularından birkaç yudum… Öğle vaktinin kavurucu sıcağında çalkama, insanın içini serinletir, bedenine kuvvet verir. Yoğurt ve ekmeğin karışımı, muazzam bir lezzet hâlini alır.

Yemek yerken bir yandan da tahminler, hesaplar yapılıyor. Babam:

“Buradan şu kadar buğday başak ancak çıkar.” diyor. Elleriyle, önümüzde uzanan, kimi yerleri çorak topraktan ve ortasında birkaç taş öbeğinden müteşekkil tarlayı gösteriyor.

Dedem:

“O kadar bile çıkmaz…  Buna da şükür.” diye mukabele ediyor. Babama cevap mı veriyor, öylesine mi konuşuyor, emin olamıyorum. Ardından uzanıp eline bir başak alıyor. Nasırlı elleriyle başaktan buğdayları sıyırıyor, saymaya başlıyor. Bu, ekinden ne kadar buğday çıkacağını, yani verimliliği tahmin etmenin bir yoludur. Eğer bir başaktan 7 buğday çıkarsa, 1’e 7 verdi, denilir, 11 buğday çıkarsa, 1’e 11 verdi denilir, bu iyidir. Eğer daha fazlası olursa bereketli bir hasat olacağı tahmin edilir. Çıkan buğday tanesi 7’den az ise emeği, masrafı ancak karşılar. Bizimkisi de öyle oluyor. Dedemin peş peşe ayıkladığı başaklardan hiçbirinden yediden fazla buğday çıkmıyor.

“Burası 1’e 7 verir.” diyerek hesabı tamam ediyor. Yani tohum olarak ekilen buğdayın 7 katı kadar buğday çıkabilir, demek istiyor.

Buna da şükür. Zahirde veren toprak ama hakikatte her şeyin maliki Hazreti Allah. “1’e 7 verir.” derken dedem bunun bilincinde. Allah’ın rızka kefil olduğunu da biliyor. Sözü, şükür ile tamam etmesi, az çıktı diye sitayiş etmemesi, bunun en büyük delili.

Neden sonra babamın hesabı başlıyor. Babam söylüyor, soruyor, biz hesap ediyoruz.

“Mazotun fiyatı şu. Şu kadar litre mazot ne yapar?”

Hesap ettiğim miktarı söylüyorum.

“Şu kadar buğday, şu fiyattan ne yapar?”

Kısa bir hesap, ardından belirlenen fiyatın akılda tutulması.

“Samanı da şu kadar liradan saysak…”

Hesap edilen gelir ile ortaya çıkan gider, başa baş gibi. Elde edilen kazanç, masrafları karşılamaya ancak yeter. Belki yetmeyebilir de. Emeğin karşılığı boşa çıkmış hissine kapılıyorum. O dönemlerde belki 14, belki 15 yaşındayım. Çocuklukla gençlik arasında bocaladığım, ilk defa gözünü açıp her şeyi gördüğünü sanan bir edayla kendimden emin olduğum dönemlerdeyim. Bu hamlığın izleri düşüncelerimde, hâl ve hareketlerimde kendi kendini gösteriyor. Kendi kendime söyleniyorum:

“Bir kârı olmadıktan sonra bu işi niye yapıyoruz ki! El elde, baş başta olacaksa bu kadar uğraşıp didinmek neden?” Biz bu hesap işiyle meşgulken dedem, öğle namazını kılmış geliyor. Konuşmalarımızın son kısmını, yanımıza gelirken duymuş olmalı ki; “Biz” diyor, “emeğin bereketi için çabalıyoruz. Çünkü emek, bereketin kapılarını açar.”

Biraz sonra yeniden işe koyuluyoruz. Zihnim, emeğin bereketine takılıp kalmış. Hesap ediyorum, düşünüyorum, olmuyor. Ziyandayız. Zihnim, görünenin ötesini hesap edemiyor. Bereketin ne olduğunu da tam kavrayamıyorum. O günün akşamında, belki birkaç gün sonra, bu olanlar hatırımdan çıkıyor. Onlar, hafızamda derinlere indikçe üstü örtülüyor.

***

Aynı yıllarda ailecek ticaret işiyle de uğraşıyoruz. Yazın tarla, hasat işleri olsa da ailenin hayatı, bir odadan müteşekkil bakkal dükkânı etrafında dönüyor. Aile içinde bir ben, bu meşguliyetin biraz uzağındayım. Kitaplarım, derslerim, arkadaşlarım… Kimi zaman bir günün yekûnunu dolduruyor. Ama yine de bir insan, bulunduğu çevrenin tamamen dışında kalabilir mi? Ucundan bucağından etkilenir. Ben de dükkân işlerinden tamamen kopamıyorum.

Günün birinde, bakkalda bir ürünün fiyatı dikkatimi çekiyor. Kimine göre bir tesadüf, ehlince bir tevafuk eseri olarak bu ürünün alış fiyatını görmüştüm. Oysa gelen ürünlerin, kaç liradan geldiğine de kaç liraya satılacağına da dâhil olan biri değilim. Ürünün alış fiyatı belli. Satış fiyatı herkese malum. Hafızamın beni yanılttığı vehmiyle, ürünün kaç liraya alındığını tekrar kontrol ediyorum. Doğru hatırlamışım. Diğer maliyetleri de hesaba dâhil ediyorum. Sonuç: Bu üründen zarar ediyoruz. Zarar yoksa bile kâr etmediğimiz aşikâr. Bu durum birkaç gün zihnimi meşgul ediyor. Sonrasında dile getiriyorum.

“Alış fiyatı şu, satış fiyatı bu. Bu üründen zarar ediyoruz!”

Az konuşmak özelliğiyle maruf babamın dudaklarından şu cevap çıkıyor: “Ticaret böyledir. Bir üründen zarar edersin, başka yerden kazanırsın. Her kayıp zarar değildir.”

“Tamam!” deyip geçiyorum. Zaten amacım fiyatın yanlış tespit edildiğini göstermekti. Gerçi ortada yanlışlık yapılan bir durum yokmuş. Yine de amaç hâsıl oldu. Önemli olan budur. Kendi kendime böyle söylesem de durumu anlayamıyorum. Tez canlı, düz mantık, sebep-sonuç içinde düşünen zihnim durumu anlamaktan çok uzak. Birkaç gün üzerinde durduktan sonra, bu hadise de hafızamın derinliklerinde kendine bir yer bulup gözden ırak düşüyor.

***

Herkes aklında kalanları söylüyor. Biri, dine kültür cihetinden bakmanın hatalı olduğunu söylüyor. Bir diğeri, kuyunun etrafında dolanıp hakikati bulamayanların, yani kuyudan istifade edemeyenlerin hâlini anlatıyor.

Aradan yıllar geçiyor. Askerlik görevi için Güneydoğu’ya revan oluyorum. Burada bulunduğum sürede, yaz sıcaklarının nefes almayı güçleştirdiği bir Ramazan-ı Şerîf ayında, Urfa’da, bir damda teravih namazı kılmak nasip oluyor. Namazın akabinde, İstanbul’dan gelen muhterem bir zatın sohbetiyle gönüller mest oluyor, kalpler aydınlanıyor. O gün orada zihnimin berraklaştığını, muallakta kalan birkaç hususun zihnimde aydınlanıverdiğini hissediyorum. O veli zat, çok şey anlatıyor. Ancak bir Hadîs-i Şerîf naklediyor ki tarlada yaşadığım, öğle sonrası da bakkal dükkânında mana veremediğim zararlı satış da kendiliğinden zihnimde canlanıyor.

Sohbeti müteakip, gecenin serinliğiyle kol kola, sohbetin şifasını yol azığı eyleyip yola revan oluyoruz. Ben, zihnimde yarım kalmış düşüncelere mana vermiş olmanın keyfiyeti içindeyim. Herkeste ayrı bir sevinç hâli hâkim. Yanımdakileri düşünüyorum. Gönüllerin şifası sohbet, kim bilir hangi düşüncelerini, hangi yarım kalmış hatırayı tamam eyledi.

Biraz sonra arkadaşlardan biri diyor ki: “Söz uçar yazı kalır. Sohbetten aklımızda kalanları birbirimize söyleyelim de unutmadan yazıya dökelim.” Herkes aklında kalanları söylüyor. Biri, dine kültür cihetinden bakmanın hatalı olduğunu söylüyor. Bir diğeri, kuyunun etrafında dolanıp hakikati bulamayanların, yani kuyudan istifade edemeyenlerin hâlini anlatıyor. Diğer arkadaşın aklındaysa, birbirine benzeyen şeyler kalmış. “Bizden olana benzeyelim, bizden olmayana değil.” diyor. Herkes aklında kalanı, kendince önemli olanı söyledikten sonra gözlerin üzerime çevrildiği hissine kapılıyorum. Zahirde böyle bir şey yok. Fakat merakla, heyecanla, unuttukları bir şeyi de benden duymanın şevkiyle beklediklerini hissediyorum. Ağır bir tonda, bir hurmanın nasıl bir dağ kadar büyük ve bereketli olacağına dair aklımda kalanları söylüyorum. O muhterem zat, bir Hadîs-i Şerîf’i hatırlatarak, bir hurmanın Hira Dağı kadar kıymetleneceğini tahayyül etmemizi istemişti. Zannediyorum, söz ettiği Hadîs-i Şerîf şuydu: “Kim helal kazancından bir hurma kadar sadaka verirse -ki Allah helalden başkasını kabul etmez- Allah, o sadakayı kabul eder. Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar, herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi sahibi adına ihtimamla büyütür.” (Riyâzü’s-Sâlihîn, 395) Sadaka verirsin, görünürde elinden bir şeyler gider, malın eksilir. Ama kazanırsın. Belki verdiğin bir hurma tanesi, senin adına dağ gibi büyümeye başlamıştır.

Tekrar camdan dışarıyı seyretmeye başladığımda gözlerimin önünde hatıralar belirmeye başlıyor. Seneler öncesinin öğle vaktini düşünüyorum. Dedemin, emeğin bereketi için söyledikleri, kulaklarımda yeniden canlanıyor. Bir anda zaman değişiyor, babamın, “Her kayıp zarar değildir.” deyişi kulağımda yankılanıyor. İşte o anda anlamadığım, tarif edemediğim bir hisse, benliğimi sarıyor. Bir hissikablelvuku ile emeğin bereketi, her zararın kayıp olmadığı, sadakanın, kendine yatırım olduğu, kalbime doğuyor. Verilen emekle, azın bereketleneceğini, ihlasla ikram edilen bir hurmanın, sadaka niyetine sunulan bir buğday tanesinin, dağ gibi büyüyeceğini düşünmeden edemiyorum.

Exit mobile version