Tohum ilk bakışta cansız gibi görünebilir. Oysa içinde hayat saklıdır, sadece ortaya çıkmayı bekler. İyi bir tohum, bitkisel üretimin artırılmasında, dünyada açlığın sona erdirilmesinde, insanların uzaya çıkmalarından daha önemli ve anlamlıdır. Hazreti Allah’ın insanlara verdiği en güzel nimetlerdendir ve geleceğin güvencesidir. O’na sahip çıkmak, geleceğe sahip çıkmak demektir.
Hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz ve neredeyse aynı şeylerle besleniyoruz. Düşünün 2019 yılında semt pazarındasınız veya markettesiniz. Amacınız domates, salatalık, biber almak. Pazara girdiniz. Gözlerinize tezgâhlardaki kıpkırmızı, birbirine benzeyen domatesler, tek boy biberler ve salatalıklar ilişti. Gözleriniz onların farkında, ama burunlarınız bihaber vaziyette.
Şimdi eskiye gidin. 1960’lı yıllarda, aynı semt pazarında olduğunuzu düşünün. Pazara girdiniz, gözleriniz domatesleri, biberleri gördü. Ama farklı bir şey var 60’larda. Gözlerinizin yanında burunlarınız da ürünlerin farkında.
Peki, o günden bugüne ne değişti? Burnumuz koku almaz oldu, ağzımızın tadı mı bozuldu? Bu soruların cevabı tohumun geçmişi ve bugünü ile alakalı aslında. Çünkü o zaman çıkan ürün de tohumdan çıkıyordu, bugünkü de tohumdan çıkıyor. Acaba tohuma mı bir şeyler oldu?
Yeşil Devrim, geleneksel tohumu devirdi geçti
20. yüzyılın ortalarında, ABD öncülüğündeki bilim insanları bir şeyi öne sürdüler; “Nüfus artıyor ve bu artış gelecekte bizi aç bırakacak”. Bu sebebe dayanarak, “Yeşil Devrim”i ilan ettiler. Bu, daha fazla ürün elde etmek amacıyla tohum ıslahı, makineleşme, pestisit, herbisit, kimyasal gübre ve sulama gibi çeşitli teknolojilerin tarımda kullanılması anlamına geliyordu. Bu devrimin tohumlarına “mucize tohumlar” deniyordu. Devrimin ele aldığı tohumlar genelde buğday, pirinç ve mısırdı.
1950 ve 70’li yıllarda, ABD ve diğer gelişmiş ülkelerin çoğunda, Yeşil Devrim uygulanmaya başladı. Parlayan bir diğer ülke de Meksika oldu. Rockfeller Vakfı ve devlet desteğiyle ülkede yüksek verimli tohumlar geliştirildi. Meksika’dan sonra sıra Hindistan’a gelmişti. Aynı desteği alan Hindistan’da da tarım gelişmeye, üretim artmaya başladı.
Her şey iyi gidiyor gibi görünüyordu. Tohum sektörü endüstrileşmeye başlamış, üretim artmıştı. Ortam güllük gülistanlıktı. Fakat gerçek öyle değildi. Yeni tohumlar, eskilerin değerli yönleriyle beraber yok olup gitmesine sebep oldu. Bununla da kalmayıp topraktaki azotu daha fazla tükettiğinden, toprak hızlıca fakirleşti. Yeşil Devrim, geleneksel tarımı devirdi geçti.
“Yeşil Devrim”in yüksek verimli tohumları başlangıçta birkaç kez ürün verirken, ilerleyen yıllarda verimini azalttı. Böylece çiftçi, tohumda şirketlere bağımlı hale geldi.
Tohumculuk endüstriye dönüşüyor
Üretilen bitkisel ürünlerin kalite miktarını belirleyen, tohumdur.
Tohumun endüstri haline gelmesi çok yakın bir zamana denk geliyor. Çiftçinin tarlasında yetiştirdiği ürününden, bir sonraki sene ekeceği tohumu ayırdığı durumdan, her yıl yeniden tohumluk satın alma durumuna geçmesinde tohum endüstrisinin rolü büyük oldu. Hızlı gelişen genetik bilimi, biyoteknoloji, tohumluk endüstrisinin giderek bilime dayalı ve ekonomik bir sektör haline dönüştürdü. Türkiye’de de tohumculuk sektörü yasal bir boyut kazanınca, gelişme alanı buldu.
Tarımda modernleşme ve devamında tohumculukta ıslah çalışmaları
Osmanlı Devleti için yenilenme ve düzenleme yüzyılı diyebileceğimiz 19. yüzyılda, tarımın her türlü ıslahı da yer alır. Bu yüzyılda Osmanlı devlet adamları, kendileri ile benzer nüfus ve arazi oranlarına sahip olan Avrupa devletlerinin modern tarım yöntemlerini inceleyerek onlardan faydalanmaya karar verdiler. Bu amaçla 1838 yılında Hariciye Nezareti’ne bağlı Ziraat ve Sanayi Meclisi ve sonrasında Meclis-i Umur-ı Nafia kuruldu. Bunun ardından 1843’te Ziraat Meclisi kuruldu ve vilayetlere o bölgenin zirai kapasitesini belirlemek ve artırmak amacıyla ziraat müdürleri gönderildi.
Temel maksat, devletin genelinde modern tarım uygulamalarını yaygınlaştırmaktı. Bu amaca yönelik Yeşilköy’de Ayamama Çiftlik-i Hümayunu’nda bir ziraat mektebi açıldı.
Tohumculukta da genel olarak pamuk üzerinde duruldu. Amerika ve Mısır’dan pamuk tohumları getirilerek halka dağıtıldı. Amerikan pamuk tohumunu almanın sebebi olarak, yüksek verim gösterildi.
Osmanlı’da tarımda modernleşme çalışmaları üzerinde durulurken 1920’lerden sonra tohumluk üretiminde sistemli ve geniş çaplı çalışmalar başladı. 1925 yılında Islah-ı Büzür adı ile “Eskişehir Tohum Islah İstasyonu” kuruldu. Adapazarı ve İstanbul’da da aynı tesisler açıldı.
Bu tesislerde ilk çalışmalar buğday üzerinde yapılıyordu. O günün Türkiye’sinde tarım uygulamaları, geleneksel tarım uygulamalarının dışına çıkmıyordu. Bilgi, teknik ve alet-ekipman noksanlığı, verimin düşük seviyede olmasına sebep oluyordu. Buğdayda başlayan çalışmalar, köy çeşitleri üzerinde seleksiyon ve adaptasyon olarak yoğunlaştı. Amaç, kışa dayanabilecek güçte sert bir buğday elde etmek, aynı zamanda mayıs yağmurlarından istifade edebilecek derecede yavaş gelişen, fakat hastalık tehlikesinden evvel tanelerini çıkarabilecek yumuşak buğday cinsi elde etmekti. Neticede çalışmalar sonuç verdi ve saf hatlar oluşturularak istenen özelliklerde tohum üretimi yapıldı.
1980’li yıllarda tohum ıslah çalışmalarına özel sektör de dahil oldu. 80’li yıllardan sonra gelişen hibrit teknolojisi ile tohum ve tohumculuk bambaşka bir hale büründü.
Ata tohumlarından standarda, standarttan hibrite
Ata tohumları, geçmişte Anadolu’da veya dünyanın herhangi bir yerinde o döneme ait insanların yetiştiricilikte kullandıkları tohumlardır. Onlar günümüzün standart tohumları gibi değildir. Verim noktasında standart tohum da hibritin 5’te biri verim verirken atalık tohum, standart tohumun yarısı kadar dahi verim vermez. Çünkü günümüzün teknolojisi ile standart tohumlar bile belirli bir kaliteye ulaşmıştır. Ata tohumları, bu tohumların ham halidir. Küçük bir alanda, kendinize yetecek kadar atalık veya standart tohum ekme imkânınız var. Ama üreticilerin, geçimini bu işten sağlayanların hibritten başka tohum ekme şansları yok gibi görünüyor.
Dediğimiz gibi ata tohumu bugünün ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalsa da tohum ıslah işi yapanlar için önem arz ediyor. Atalık tohumlarda bulunan yeni üstün genler hibrit tohumlara aktarılıyor.
Islah esasında, bitkilerin içerisinden doğal ortamlarında etkileşime girebilecek olanları alıp süreci hızlandırmaktır.
Hibrit ile GDO’lu tohum aynı mı?
Tohum ıslah çalışmalarının neticesinde elde edilen standart tohumlardan sonra Hibrit teknolojisi gelişti. Bir de GDO mevzusu ortaya çıktı. Hibritten bahsetmeden önce, GDO ile aralarındaki farktan bahsedip ondan sonra detaylara girelim.
GDO’nun ortaya çıkması 1980’li yıllara dayanıyor. O yıllardaki çıkış sebebi; insanların ilerleyen yıllarda aç kalmasını engellemekti. Şu an 7 milyar civarında olan nüfusun 2050’lere gelindiğinde 10 milyar olması bekleniyor. İnsan nüfusu bu oranda artarken tarım arazileri, temiz su kaynakları da aynı oranda azalıyor. Bu durum, insanları en az alandan en yüksek verim almaya itti. İnsanlar bu sebepleri kendilerine fırsat görerek GDO’lu tohum teknolojisini geliştirdiler. Kötü bir sebepten yine kötü bir netice ortaya çıkarmaya çalıştılar.
Dünya genelinde bu ikili, Hibrit-GDO birbirinden çok farklı şeyler olsalar da bazen karıştırılabiliyorlar. GDO’nun açılımı; genetiği değiştirilmiş organizma anlamına gelir ve tamamen laboratuvar ürünüdür. Hibrit ise klasik ıslah çalışmalarının en modern halidir ve geçmişi neredeyse 250 yıllıktır.
Hibrit ile GDO’nun farkını, ziraat mühendisi Hilmi Selimoğlu şöyle izah ediyor; “Hibrit tohumda, hangi tür ürün geliştirilecekse o türün dişi ve erkek olanına ihtiyaç vardır. GDO’da ise böyle bir durum yoktur. GDO’da farklı türlerdeki bitkilerden, hatta canlılardan dahi gen aktarımı yapılabilir.”
GDO’nun çıkışındaki amaç neydi?
Islahçı Dr. Aydın Atasayar şöyle anlatıyor: “Mısıra zarar veren koçan kurdu vardır. Bir bakterinin üzerinde bulunan zararlı genin, mısır koçan kurdunu öldürdüğü tespit edildi. Zararlı bakteri, laboratuvar ortamında toz haline getirildi ve ilaç olarak ürünlerin üzerine sıkılmaya başladı. Mısır koçan kurdu ürünü yerken bu ilacı da yiyince ölüyordu.
Sonradan insanlar, önce bakterinin içindeki zararlı geni, sonra onu oradan nasıl alabileceklerini, daha sonra da o genin başka bir organizmaya nasıl aktarılabileceğini buldular.
Burada şöyle bir sıkıntı ortaya çıktı; bu bakteri bir canlı, ama bitki değil. DNA dizilimi farklı yani. Hayvan DNA parçasını, bitki DNA’sına eklediğiniz zaman, düzeni bozuyorsunuz.
Bir canlıdaki geni farklı bir canlıya aktarıyorsunuz. Böylece onda sahip olmadığı özellikler ortaya çıkmaya başlığı için, GDO öngörülemeyen tehlikelere davetiye çıkarıyor.
Bu detay ortaya çıkınca bütün dünyada tepki çekti. Dünya çapında, zararı olmadığına dair çok büyük çaplı lobi faaliyetleri de yapıldı. GDO ilk başta mısırdaydı. Fakat şu an pirinç ve soyada da var. Bütün dünyadaki üretilen soyanın %90’ı GDO’lu.”
Hibrit tohum nasıl ortaya çıktı?
Alanya’da yıllardır tarımla meşgul olan Yaşar Bayırlı, hibrit tohumların Türkiye’ye gelişini şöyle anlatıyor: “Türkiye’ye hibrit tohumların girişi 1980’li yıllarda oldu. O zamanlarda bu tohumlar Kıbrıs üzerinden kaçak olarak geliyordu Türkiye’ye. İsrail, Hollanda ve farklı ülkelerden getiriliyordu.”
Peki, 1980’li yıllarda Türkiye’ye giren ve çiftçinin ekim dikim uygulamalarını değiştiren hibrit tohumlar nasıl ortaya çıktı? Devam edelim…
Bitkilerin yaratılışı, onları gen transferine uygun bir hale getiriyor. Bir tohumdan diğerine gen transferi yaptığınızda, bu işlemi her tekrar edişinizde, çıkan bitkiler birbirine benzemeye başlıyor ve en sonunda hepsi birbirinin aynı oluyor. Mesela, iki domatesi bir araya getirdiğiniz zaman, iki tarafın da en üstün özellikleri, onlardan çıkan yeni tohumda birleşiyor.
Yılların tecrübesi ve bilgisiyle bugüne gelen hibrit tohumdaki melezlenme, doğada, bitkilerin arasında doğal olarak gerçekleşebiliyor.
Bu ilk defa mısırlarda görüldü. Birbirine yakın olan iki mısır türü tozlanıyor, melezleniyor ve ortaya farklı bir tür çıkıyor. Bunu gören bilim insanları, hibrit teknolojisini geliştiriyorlar.
Hibrit tohumları, bütün ürünlerde bulmak pek mümkün değildir. Mesela, fasulye ve buğdayın hibritini yapmak çok zordur. Çünkü çiçek yapıları ve biyolojileri buna müsaade etmiyor.
Domates veya biberin hibrit tohumu üretileceği zaman, tohumun hem sağlıklı olması hem de üreticiye para kazandırması gerekiyor.
Islahçıların, üstün özellikleri bir araya getirmesi, düşünüldüğü kadar kolay olmuyor. Mesela, domates özelinde hastalık dayanıklılıkları genelde yabani domateslerde bulunmuş. Domatesin anavatanı Güney Amerika’dır ve hâlâ dağların tepelerindeki yabani domateslerde yeni genler bulunuyor. Islahçılar, bulunan bu malzemeyi, insanların kullanabileceği hale getiriyor.
Hibrit ve GDO’ya karşı çıkanların kendilerince haklı dayanakları var
“Tohum endüstrisi açlığa davetiye çıkarıyor”
Tohum endüstrisine hem hibrit hem de GDO noktasında karşı çıkan birçok insan ve bunun gerekli sebeplerini içeren çalışmalar bulunuyor. Karşı çıkanların düşüncelerine göre; bulundukları iklime, toprağa, coğrafyaya, binlerce yılda uyum sağlamış güçlü, dayanıklı ve daha besleyici tohumlar yerine tek tip hibrit ve GDO’lu tohumlara bağımlı kalmak, açlığa, vitaminsizliğe davetiye çıkarmaktır.
Konu sadece gıdada bağımsızlık ve açlık ile de sınırlı görünmüyor. Hibrit ve laboratuvar ortamında üretilen GDO’lu tohumlar, doğadaki gen kaynağı olan yerli/yabani ırklarla tozlanabiliyor, biyolojik çeşitliliği ve ekosistemi tehdit ediyor. Son yıllarda, GDO’lu tohumlarla ilgili 57 ülkede 216 bulaşma vakası tespit edilmiş. İnsan sağlığı ve ekosistem üzerindeki tesirleri iyice araştırılmadan kullanıma sunulan GDO’lu tohumlarla dünya ve insanlar, rızası olmaksızın denek olarak kullanılıyor.
“Besin değerlerindeki erozyon kabul edilemez”
Çin’de 1949 yılında 10.000 çeşit buğday varken ilerleyen 20 yılda bu sayı 1000 civarına inmiş. ABD’de lahana çeşitlerinin %95’i, mısır çeşitlerinin %91’i, bezelye çeşitlerinin %94’ü, domates çeşitlerinin %81’i kaybolmuş. Yapılan çalışmalar, son yüzyılda dünya biyolojik çeşitliliğinin yaklaşık %75’inin kaybolduğunu gösteriyor.
Tayland’da 1990’da sadece dört çeltik çeşidi, ekilmiş alanlarının yarısını kaplamıştı. Bir yıl sonra direnç kazanan bir kahverengi çekirge, biyoçeşitliliğini kaybeden Tayland pirinç alanlarını tahrip etmiş ve 400 milyon dolar değerindeki ürünü yok etmişti.
Tohum teknolojisindeki gelişmeler ilaç-gübre kullanımını ortadan kaldırır mı?
Böyle bir şeyi, uzmanlar dahi söyleyemiyorlar. Çünkü maalesef dünyada tarım yapılan yerlerin neredeyse tamamında yoğun tarım yapılıyor. Eskisi gibi nadasa bırakma da yok. Hal böyle olunca toprak, besleyiciliğini kaybediyor. Besleyici özelliği desteklemek için gübre kullanmazsanız ürün yetişmiyor. Bir yandan da dünya genelinde ortalama sıcaklık yükseliyor ve bunun da böcek popülasyonunu artıracağı öngörülüyor. Böcekle mücadele etmenin de ilaçsız bir yolu henüz bulunmuş değil. Diyelim ki Avrupa’da ülkeler birlikte hareket ederek ilaçlama yapıyorlar ve böceklerin bir kısmı kaçıyor. Kaçan böcekler de ilaçlanmayan yere hücum ediyor.
Maalesef geldiğimiz noktada geri dönüş yok gibi duruyor. Çünkü tarlalarımız ilaçlı zaten. İlaçlı tarlanın üzerine yine ilaç atıyoruz.
Bu noktada ıslahçılara büyük iş düşüyor. Devasız dert vermemiş Hazreti Allah. Yeni araştırmalarla ve bulgularla, ilerleyen yıllarda tohum ıslahıyla birlikte bitkinin hastalıklara karşı olan özellikleri vs. bitkinin genlerine aktarılabilir.
Ayrıca gelişen yeni teknolojiler de geleceğe umutla bakmamızı sağlıyor. Mesela, “Crıspr” denen yeni bir teknolojiyle, tohumu üstün hale getirmek için gen aktarımı yapmak yerine, bitkiyi hasta eden veya verimini düşüren genler tespit edilip tohumun yapısından çıkarılıyor. Tohum o gen parçasını sağlam genleri ile onarıyor. Yani tohuma dışardan hiçbir ekleme yapılmadan mükemmel hale getirmeye çalışılıyor. Ne GDO gibi gen aktarımına gerek kalıyor ne de ilaç atmaya eskisi kadar çok ihtiyaç duyuluyor.
Elbette bunun yıllar alacağı bir gerçek. Mutlaka bir çözüm bulunacaktır, eğer amaç çözüm bulmaksa. Ama bulununcaya kadar sıkıntıyı herkes çekecek.
Ne vadettiler, ne oldu?
Eskiden domatesin, salatalığın tadı, kokusu vardı. Ama üretimi çok fazla değildi ve giderek insan nüfusu artıyordu. Bunu gören sözümüz ona “sivri akıllılar” bir çözüm aradılar. Amaçları üretimi artırmak, insanları açlıktan kurtarmaktı. İşe tohumla başladılar. “Yeşil Devrim” diyerek, tohum çeşitliliğini azalttılar. Bunu bilinçli veya bilinçsiz yapmış olsalar da, sonuç değişmedi.
“Sivri akıllılar” sözde insanları açlıktan kurtaracaklardı. Geldiğimiz noktada birçok insan hâlâ açlıkla mücadele ediyor. Açlık bitmedi belki, ama tohum çeşitliliği maalesef azaldı. Galiba çeşitlerin azalması, tohum teknolojisinde belirli tohumlara yoğunlaşma, tarlaların gübre ve ilaç olmadan ürün vermez hale gelmesi, çiftçileri tohum endüstrisinin eline bıraktı.
Türkiye buğday tohumu üretiyor
Türkiye’de, 232 farklı buğday çeşidi üretiliyor. Bunların %42’si eski türlerden yapılıyor. Toplam üretimin %65’ini ise sadece 15 çeşit karşılıyor. Rakamlar fazla olmasa da ıslah edilen birçok çeşidin ülke ve pazarın ihtiyacını gideremediği görülüyor.
500 bin tona yakın sertifikalı buğday tohumu üretilirken, yerlilik oranı ise yüzde 74.72 olarak ölçülüyor. Yani üretimde kullanılan 232 çeşidin 142’si yerli, 90’ı da yabancı tohumlardan oluşuyor.
Türkiye’de her yıl yaklaşık 540 bin ton buğday tohumluğu kullanılması gerekiyor. Buğdayın kendi kendine döllenen bir bitki olması ve ekilen tohumlukların 3 yılda bir sertifikalı tohumluklarla yenilenmesi, üreticinin maliyetini artırıyor. Islah çalışmalarının yetersiz kalması, buğday ithalatına sebep oluyor.
Hibrit buğdaylar Fransa’dan
Hibrit buğday alanında ilk çalışmalar 1993 yılında Fransa’da başladı. 2003-04 yıllarına gelindiğinde, Fransa, Almanya ve İngiltere’de ilk hibrit buğday tohumlarının satışı yapıldı. Hibrit buğday, Fransalı Croisor şirketinin bulduğu “Sintofen” hormonuyla üretildi. Hibrit tohum üretim izni sadece bu şirkete verilince diğer Avrupa ülkeleri de Fransa’dan almak zorunda kaldılar. Hibrit teknolojisinin buğdayda uygulanması zordur. Buğday konusunda “sertifikasız tohumlara tarım desteği verilmeyecek” denmesi, problemler yaşanmasına sebep oluyor. Anadolu’da yüzyıllardır ıslah edilerek getirilen değerli buğdayların bir iki firma tarafından sertifikalanma ihtimali çiftçileri endişelendiriyor.
Hibrit tohum nasıl üretiliyor?
Hibrit tohum üretileceği zaman evvela özelliklerine göre seçilen üstün özellikli tohumlardan anne-babalar seçiliyor. Hangi babanın hangi anne ile melezlenmesi ince ince gözlemlenip araştırılıyor. Araştırma esnasında binlerce farklı özelliğe sahip binlerce farklı ürün yetiştiriliyor. Her ürünün bilgisi bilgisayar ortamında tutuluyor.
Anne-baba seçildikten sonra babadan polen alınıyor. Alınan polen anneye aktarılıyor. Aktarım sırasında ürünün çiçeklerinden açmamış olanlar seçiliyor. Çiçeğin etrafındaki yapraklar özenle açılıyor. Erkek organlar teker teker çıkarılıyor ve kalan dişi, polenle melezleniyor. Annenin melezlenmeden sonra meyvesi olgunlaşınca hasat ediliyor. Böylece hibrit tohum ortaya çıkıyor.
İnsanlar, hibrit tohumdan çıkan tohumların ekildiği zaman ürün vermeyeceğini düşünürler. Bu yanlıştır. Islahçı Aydın Atasayar bu durumu şöyle açıklıyor: “Hibritte, anne ve babanın en üstün özellikleri, doğan yeni bebek tohuma geçer. Yeni tohum, en üstün tohumdur. Üstün tohumu ektikten sonra ondan çıkan tohumu bir sonraki sene ekerseniz, tohumun özellikleri azalmaya başlar. Yeni ürünün bazılarında annenin özellikleri, bazılarında babanın özellikleri görülür. Tohum eski haline, özüne dönmeye çalışır. Haliyle verim ve kalitede düşüş yaşanır.”
Tohum takas şenliklerinin iç yüzünde ne var?
Eskiden Türkiye’ye bilim adamı görüntüsü adı altında çok fazla insan geliyordu. Bunlar genelde Avrupa ve ABD’li insanlardı. Mesela kavun araştırması yapacaksa gidip Kırkağaç bölgesinde tohum topluyordu. Bu insanlar göze batmıyorlardı. Fakat zamanla iş çığırından çıktı, haberlere ve gazetelere konu olmaya başladılar. Birkaç tane yakalanma vakası dahi yaşandı. Türkiye’nin zenginliği yurt dışına kaçırılıyordu. Devlet el koyunca mevzu bir anda kesildi.
Son yıllarda tohum takas şenliği adı altında bir organizasyon başladı. İnsanlar tohumlarını getirip birbirleri ile takas ediyorlar. Bunlar yerli ve atalık tohumlar oluyor çoğunlukla. Şimdi bu noktada eski yapılanlar düşüldüğünde ve yeni tohum takas şenlikleri görüldüğünde insanın aklına farklı düşünceler gelebiliyor. Acaba Türkiye’nin değerlerini zamanında yurtdışına gizlice kaçıranlar, tohum takas şenliğini fırsat biliyor olabilirler mi? Türk insanı farkında olarak veya olmayarak o insanlara elleriyle kendi zenginliklerini mi veriyorlar? Eski günler düşünüldüğünde, bugünlerde dediğimiz gibi bir durumun olma ihtimali haliyle çok yüksek görünüyor. Ortada bir şenlik var evet, ama kimin şenlik yaptığı belli değil.