Hayata Tutunmak

Nihayetinde şu asırda dirayetli, sağlam ve kendisiyle barışık bir insan bulmak zor. Kendisini tanıyan, güçlü ve zayıf yönlerini bilen ve bunları bilgisi dâhilinde, hayattan ümidini kesmeden kullanabilen insan sayısı her geçen gün azalıyor.

Kaç kişi sonuna kadar tutunabiliyor hayata? Yaşadığı hayattan tat alan kaç kişi var etrafımızda?

Başka Kimse Yok mu?

Bir çoban, keçilerini otlatırken büyük bir uçurumun kenarına gelir. Uçurumdan aşağı doğru şöyle bir bakar ve kendi kendine: “Buraya düşen asla kurtulamaz!” diye geçirir içinden ve oradan uzaklaşır. Çoban uzaklaşır uzaklaşmasına da koyunlarından biri otlanmak için o uçurumun kenarına doğru gitmektedir. Bunu gören çoban, koyuna bağırır, taş atar; ama nafile… Ne yapsa koyunun yönünü değiştiremez. “En iyisi gidip kendim engelleyeyim, yoksa diğerleri de peşi sıra uçurumdan aşağı düşerler.” der. Çoban, koyuna yaklaşırken aniden ayağı kayar ve uçurumdan düşer.

Ölümle burun buruna gelen çoban, hayatının son saniyelerini yaşadığını zannederken aniden bir ağaç dalına tutunduğunu görür. Şükreder Allah’a, böyle bir anda kendisini hiç ummadığı bir dal ile kurtardığı için… Sonsuz bir teslimiyetle sığınır ve hayatta kalmanın, hayatının tadını derinden hisseder.

Fakat bu uçurumdan yukarı nasıl çıkacaktır? Tekrar hayata nasıl tutunacaktır? Eskisi gibi koyunlarını otlatabilecek midir? Çoban, bir yandan bunları düşünürken, diğer yandan da kendi lisanıyla, “Kimse yok mu?”, “Kimse yok mu?” diye bağırmaya başlar.

Saatlerce bağırır, ama kimseye sesini duyuramaz. Ses gider, kaslar daha fazla dayanamayacak hale gelir; fakat yine de tutunduğu ağacın dalını bırakmayarak kısılmış sesiyle: “Kimse yok mu?” demeye devam eder. Bir an olsun umudunu yitirmez ve:

“Ey beni böyle bir yerden, bu ağaç dalıyla kurtaran Allah’ım! Sonsuz kudretinle kurtar beni, gönder bir dostunu da devam edeyim hayatıma…” diye dua etmeye başlar.

Güneş batar, akşam olur ve sonra da gece çöker. Hiçbir ışık kalmaz; ama çoban yine de yitirmez umudunu.

Bir zaman sonra iyice takati bitmiştir. Tam o sırada içinden bir sesin kendisine şöyle dediğini hisseder.

“Onca zamandır tutundun hayata, kaybetmedin umudunu, ama artık bitti.  Şimdi bırak ellerini o daldan ve yürü hak yolda o yüce Mevla’ya…”

Çoban, bir o yana bakar, bir bu yana ve:

“BAŞKA KİMSE YOK MU?” der.

Bu manzarayı hafızamızın bir karesinde tutarak, hayata tutunacak hiçbir dalı kalmayan insanları düşünelim. Bunun için çok uzağa gitmemize gerek yok. Kendi yakınlarımızdan, etrafımızdakilerden başlayalım düşünmeye. Sonra da küçük bir problem karşısında günlerce depresyona giren, ne yapacağını bilmeyen, karamsarlık ve çöküntülü bir ruh haliyle hayata dair bütün ümitlerini bir anda kaybeden çağımız insanlarını izleyelim. Çözümü intiharda arayan, bir anlık cinnetleriyle eşine, çocuklarına ve kendi canlarına kıyan günümüz insanlarını hatırlayalım.

Kaç kişi sonuna kadar tutunabiliyor hayata? Yaşadığı hayattan tat alan kaç kişi var etrafımızda?

Nihayetinde şu asırda dirayetli, sağlam ve kendisiyle bütünleşmiş bir kişiliğe sahip olan, kendisini tam anlamıyla tanıyan, güçlü ve zayıf yönlerini bilen ve bu bilgisi dâhilinde hayattan ümidini kesmeden her şeye rağmen hayata tutunabilen insan sayısı gün geçtikçe azalıyor.

Peki Sebep Ne Olabilir?

İnsanın kişiliği, ilk olarak aile ortamında şekillenir. Aile ortamında şekillenecek kişilik ise çocuk yaşlardayken atılır. Bundan dolayı ailenin çocuk üzerindeki ilk etkileri çok önemlidir. Temelleri sağlam olmayan bir kişilik sürecinde aile, yerinde adımlar atmamış ise elbette zayıf, kendini ispatlayamayan, sosyal korkuları, endişe ve kaygıları olan bir insan yetişecektir.

Böyle bir insan hayata nasıl tutunabilir? Kendi ayakları üzerinde nasıl durabilir? Hele bir de yanlış aile baskısı varsa ve bu baskı aile içerisindeki ortak dili bozmuşsa, orada yetişen çocuk kişiliğini nasıl geliştirecektir?

En Büyük Problem Ortak Dili Bulamamış Ailelerde Yaşanır

Çocuk, anne ve babadan oluşan 5 kişilik bir ailede en az 20 çeşit iletişim görülmektedir. Bu, herkesin kendisinden başka 4 kişi ile iletişime girdiğini gösterir. Gerçekte ise süreç daha da karmaşıktır.

Peki, aile içerisindeki bu iletişim çatışması nasıl oluşur?

İlk önce çocuk, babasının kendini anlamadığını düşünerek annesi iletişime geçer. Bütün istek ve ihtiyaçlarını; problem ve sıkıntılarını anne aracılığıyla babaya iletir. Ya da tam tersi olur. Bu şekilde başlayan aile içerisindeki iletişim çatışmaları, aile fertlerinin bir birlerini anlamamasına, duyguların paylaşılmamasına sebep olur.

Ailede ortak bir dil değil; kopuk, karmaşık ve anlaşılmaz dil oluşur. Sonuçta duygularını, sorunlarını, hayallerini ya da isteklerini ailesi ile paylaşamayan, anlaşılmadığını düşünen, sürekli eleştirilip hakaretlere maruz kalan ve ailesi ile hiçbir şeyi paylaşamayan çocuklar türeyecektir.

Ailede Konuşulup Halledilemeyen Meseleleri Kim Çözecek?

Problemlerini iletişim çatışması yaşadığı ailesiyle paylaşamayan ve ailesinden kopan çocuklarda, evden kaçmalar, intihar girişimleri, çocukluk çağı depresyonları, güvensizlik, sevilmemişlik, dışlanmışlık, ezik ve silik bir kişilik gözükecektir. Daha sonra bu duygular geleceğin yetişkinleri olacak çocukların davranışlarına yansır, arkadaş ilişkilerini bozar, okul başarısını düşürür, değersizlik ve hiçlik duyguları ile hayata tutunamaz olurlar. Normal bir insan için çok da önemli olmayan bir durum, bu şekilde yetişmiş bir insan için ciddi sarsılmalar ve örselenmelere sebep olacaktır.

Bu şartlarda yetişen çocuklar, büyümeye devam ederken, ailede aldıkları ciddi sarsılmalardan, örselenmelerden kurtulabilecekler mi? Maalesef eğer bu çocuklar aileden daha tesirli bir eğitim sürecinden geçemezlerse bunlardan kurtulamayacaklardır. Neticede hayata tutunamayan, günlük hayatındaki problemlerle baş edemeyen ve çözümü antidepresan ilaçlarda arayan kişiler türeyecektir. Zaten bu ilaçları kullanan kişi sayısının son dokuz yılda yüzde seksen beş oranında artması da bunun somut bir delili olmaktadır.

Bu hâlet-i ruhiye ile büyüyen bir çocuktan ise nitelikli davranışlar bekliyoruz. Ona vermediğimiz, ondan mahrum ettiğimiz nitelikli davranışları göstermesini umuyoruz. Üstelik bu nitelikli davranışları onun büyükleri olarak biz göstermediğimiz halde ondan bekliyoruz. Hayata tutunmasını, hayattan ümidini kesmemesini bekliyoruz. En küçük bir sıkıntıda neden bu kadar daraldığına ise hiçbir anlam veremiyoruz…

Çözüm Nedir?

Sadece bu cepheden baktığımızda dahi, etrafımızda hayata tutunan insan sayısının neden bu denli az olduğunu görüyoruz. Ve hikâyemizde olduğu gibi ısrarla hayata devam etmeyi değil de; hayata dair hiçbir anlam bulamayıp kendi canına kıyan insan sayısının gün geçtikçe nasıl da arttığını daha kolay anlayacağız.

Aslında insanın kendisi, değerler bütününün bir parçasıdır. İnsan bunu bilse, kendi benliğini anlamlandırsa ve hayatının manasını bu bütün içerisinde bulabilse, hayata tutunabilecek bir dalı olacaktır.  Bütün parça ilişkisini kuramayan kişilerin sayısı her gün arttığı için hayat dalında tutunamayanların sayısı da artmıştır.

Oysa yaşıyor ve nefes alıyor olmak ve bir bütünün parçası olduğunu hissetmek hayatın kıymetini bildirecektir. Hayata sadece bu yönüyle bakmak bile şüphesiz birçok şeyi değiştirir.

Exit mobile version