Söylenildiği kadar yaşlı hissetmiyordu kendini, Ali Dede. Her işini hallediyor, gençken yaptığı her şeyi, şimdi de yapabiliyordu. Bazen dizleri ağrısa da biraz yürüyünce açılıyordu. Fatma Hanım’ın abarttığı kadar yoktu. Biraz şekeri vardı ama ne önemi var ki çayı şekersiz içtikten, tatlıyı da iki günde bir yedikten sonra.
Köye gitmek, bahçesini ekip biçmek, adeta geçen yıllara meydan okuduğunu herkese göstermek istiyordu.
Fatma Hanım ne kadar ikna etmeye çalıştıysa da olmadı. Ali Dede, çoktan otobüs biletini almıştı hem de cam kenarı. Fatma Hanım, köşedeki kanepede biraz durgun, biraz mutsuz oturuyordu. Uzun bir sessizlikten sonra son kez, “Hastasın, eski kuvvetin de yerinde değil, yaşlandın artık. Orada sana bir şey olursa hastane de uzak. Tek gidiyorsun, bari yanına torunlarından birini alsan…” dediyse de ikna edemedi.
Ali Dede, uzunca bir süre camdan baktıktan sonra, “Gayet iyiyim. Yaşlı olduğumu da düşünmüyorum. Ben çalıştıkça gençleşiyorum. Gör bak, köy havası, ata toprağı nasıl iyi gelecek. Bahçeyi eker, biçer, yorulunca dinlenirim. Sonra sen de gelirsin.” dedi. Fatma Hanım, kararından dönmeyeceğini anlayınca, çaresiz razı oldu.
Ali Dede, o gece heyecandan uyuyamadı. Köyün hayalini kurup durdu. Sabah 6’da helalleşip yola koyuldu. Otobüse biner binmez cam kenarına yerleşti. Yol gidiyor, o ise düşüncelere dalıyordu. Ne de güzeldi Anadolu toprakları, şu bozkır, paha biçilmezdi doğrusu. Ne verimliydi toprak. “Genç olsaydım yürüyerek, hatta koşarak giderdim bu yolları.” diye düşündü.
2 saat sonra, köyün girişinde buldu kendini. Ne kokusu, ne ovaların yeşilliği ne de kuşların sesi değişmişti. Yürüdükçe huzur buldu. Vakit kaybetmeden bahçenin yolunu tuttu. Toprak çok bereketliydi, ne ekersen hemen mahsul verirdi. Besmele çekip çapayı aldı eline, önce toprağı havalandırdı.
15 dakika geçmişti ki terlediğini fark etti. “Yol yorgunuyum, biraz da acıktım, ondandır.” diye düşündü. Karnını doyurup biraz dinlendi, yarım bıraktığı işe devam etti.
Çapayı toprağa vurdukça nefesi kesiliyor, alnından ter damlıyordu. Yorulduğuna inanmak istemiyor, daha güçlü vurmaya çalışıyor, vurdukça da nefes alması zorlaşıyordu. Bahçenin az bir kısmı kalmıştı ki biraz oturup dinlenmeye karar verdi.
Öğlen ezanıyla kendine geldi, zaman ne çabuk geçmişti. Dere kenarında, akan temiz suda abdestini aldı. Hey mübarek, suyu bile bir başkaydı. Bir ağacın gölgesine oturdu. Sızlayan bacağını ovarak, “Hamlanmışım herhâlde.” dedi. Bir süre, sadece derenin akışını izledi. Su ne kadar da temiz ve kuvvetliydi. Tıpkı gençliğindeki gibi. Durmadan akıyor, yorulmak nedir bilmiyordu. Ali Dede ise şimdi azıcık çalışınca bile, hemen yoruluyordu.
O sırada büyük bir kurbağa ilişti gözüne. Akıntının tersine tersine ilerliyordu. Belli ki suyun akışına kendini kaptırmak istemiyordu. Uzunca bir süre seyretti kurbağayı. Zıpladıkça zıplıyor, akışa karşı direniyor fakat bir türlü ilerleyemiyordu. Kurbağanın iyice yorulduğunu fark etti. Ali Dede, ağrısının artmasıyla beraber düşündü, ne zahmetli, ne faydasız bir çabaydı. Oysa akıntı, o yöne akmak zorundaydı. Direnç gösteremiyor, hiç ilerleyemiyordu kurbağa.
Bir an kendini düşündü. Fatma Hanım haklıydı galiba.
Ağrıdan ayağa kalkacak gücü bulamamıştı. Çabuk yoruluyor, ağrıları başlıyor ve bunları değiştiremiyordu. Akan vakit, geçen yıllar vardı. Kendisi de kurbağa misali faydasız bir direnme içinde miydi? Yaşlanmıştı ve vücudu, yılların yorgunluğunu taşıyordu üzerinde.
Çok geçmeden kararını verdi. Cam kenarından bir otobüs bileti aldı. Bozkır aynı bozkır, Anadolu yine aynı Anadolu’ydu. Fakat yine de ortada değişen bir şey, birisi vardı.
Ali Dede, seyre dalalı çok olmamıştı ki eve yaklaştığını fark etti. Sükûnet içinde girdi eve. Fatma Hanım biraz şaşkın, mutluluğunu gizlemeye çalışırcasına onu karşıladı.
Ali Dede, Fatma Hanıma seslendi:
-Hanım, ne biz geçmişe gidebiliriz, ne de geçmişi bugüne getirebiliriz. En mühimi, bugünü muhabbetle, pişman olmadan geçirmektir. Sen bir şekersiz çay ver de bugüne şükrederek içelim, hasbihal edelim.
Fatmanur Caner