Umreye gitmeden önce “Çocuklarla gidilir mi?” diye sormuşlardı. Umredeyken “Çocukları Hira Mağarası’na nasıl çıkaracaksın?” diyenler birbirlerine benziyordu. Zordu, yorucuydu; ama bu ziyareti ailece yapmanın manevî lezzeti bambaşkaydı.
İlk umrede Büşra, annesinin omzunda durmada ısrar ettiğinden, bu sefer otelden çıkmadan, önlemimi almış, Büşra ile anlaşmamı peşinen yapmıştım. Onu sırtta ve kucakta rahat taşımaya yardımcı olan kanguru dedikleri çantayı göstererek Büşra’ya “Bak, benim sırtımda buna bineceksin ya da umreyi yürüyerek tamamlayacaksın kızım, annen seni taşımakta çok zorlanıyor, o yüzden ben taşıyacağım.” demiştim. Büşra iki seçenekten tabii ki beni seçmek zorunda kalmıştı. Çocukları iki seçeneğe mecbur ettirme taktiği her zamanki gibi tutmuştu.
Tavaf alanına girmeden kucağıma aldığım özel pusetine yerleştirdik Büşra’yı. Önde yavaş yavaş yürüyor, bir taraftan da elimdeki kitapçıktan tavaf sırasında okunacak duaları okuyordum. Onlar da benden sonra duaları tekrar ediyordu. Hacerü’l-Esved’e geldikçe hep beraber ellerimizi kaldırıyor, mübarek mekanı selamlıyorduk.
Yine etrafı kalabalıktı Hacerü’l-Esved’in. Makâm-ı İbrahim’e gelirken hep bir ağızdan Allahümme salli ve barik’i, okuyor, Hicr-i İsmail’i geçer geçmez Kâbe-i Muazzama’ya yaklaşmaya çalışıyorduk. Çünkü Kâbe-i Muazzama’nın en sakin noktası burasıydı. Ailecek Kâbe-i Muazzama’ya dokunmak istiyorduk. İlk iki şavt yakınlaşmayı denesek de önümüzden geçen büyük gruplar bizi halkanın dışında bırakmıştı. Üçüncü ve dördüncü şavtta da yaklaşmak nasip olmadı. Beşinci şavtta ise neredeyse bomboştu. Hemen yaklaştık. Önümüzde bulunanlardan “Ahi, veled sorry child!” diyerek izin istedim.
Sırtımda ve yanımda birer çocuk olduğunu gören yer açtı. Ailecek dokunduk mübarek Kâbe-i Muazzama’ya. Rüknü Yemani’ye dokunmak da güzel olurdu ancak çok kalabalık olduğu için dokunamadık, uzaklaştık. En dıştaki halkadan yaptık son iki şavtımızı. Sa’ya başladığımızda öğlen ezanı okunuyordu. Sa’yın birinci şavtını bitirince herkesle birlikte, olduğumuz yere seccadelerimizi sererek namaza durduk.
Namazdan sonra kaldığımız yerden devam ettik sa’ya. İkinci şavtı bitiremeden kızların lavabo ihtiyacı hasıl oldu. Bir yarım saati de böylece harcadık. Bizi yavaşlatıyor diye ayrıldığımız grubumuz, döndüğümüzde üçüncü şavta başlamıştı. Yanımızdan geçerken bize gülümsediler. Sa’y alanının ikinci katı daha sakindi. Orada yavaş yavaş tamamladık sa’yımızı. Otele döndük. Sonra da usulüne uygun olarak saçlarımızı kestirdik. İhramdan çıktık.
İhramdan çıktıktan sonra iki saat dinlenme süremiz vardı. Sonrasında Cebel-i Nûr (Nur Dağı)’a çıkacak, ilk vahyin geldiği Hira Mağarası’nı ziyaret edecektik. Grup arkadaşlarımızın çoğu “Umre sonrası yorucu olur, çocukları da götürecek misin?” diye soruyorlardı. Gelmeden önce “Çocuklarla umreye mi gidilir?” diye soranlarla, “Çocukları Hira Mağarası’na nasıl çıkaracaksın?” diyenler birbirlerine benziyorlardı. Tabii ki gideceğiz, dedim. Çünkü çok daha önceden anlatmıştım, Hira Mağarası’nın esrarını.
İlk vahiy hakkında okuduğumuz kıssada geçen aziz mekânları yakından görme fırsatı bulmuştuk, bunu kaçıramazdık. Ece’ye küçüklüğünden beri hep kıssalar, hikayeler anlatırdım. Günlük, gündelik şeylerle başlayan anlatma işi, o büyüdükçe peygamberler tarihinin ve kıssalarını anlatmaya dönmüştü. İlk insan ve peygamber Hazreti Âdem’den itibaren başlayıp peygamberler tarihini okumuştuk. Tabii, satır satır değil, anlayacağı şekilde sadeleştirerek. Kâbe-i Muazzama’yı ilk inşa edenin Âdem Alehisselam olduğunu, aslında çok önceden biliyordu. Ziyarete gideceğimiz yerin, Peygamber Efendimiz’e (sallallâhü aleyhi ve sellem) Kur’ân-ı Kerîm’den ilk vahyin, âyet-i kerîmelerin geldiği yer olduğunu bildiği gibi. Bu sebeple elbette orada olmalı ve bu güzel beldeleri zihnimize kazımalıydık.
Saat yedide otobüslere bindik. Cebel-i Nûr’un eteklerinde indik. Çıkacağımız zirve çok dik görünüyordu; ama “Biz burayı nasıl çıkarız?” demedik.
Büşra’yı tavafta olduğu gibi yine sırtıma aldım. Ece, annesinin elini tuttu. Efendimiz’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) ayak izlerini hayal ede ede, takip ediyormuşçasına, yavaş yavaş tırmandık mübarek dağa.
Merdiven basamakları, çıkışımızı kolaylaştırıyordu. Merdivenin basamağını yapan, yanında bekliyor, sadaka istiyordu. Daha çok Pakistanlı ve Hindistanlıydı bunlar. Her gün burada ya basamakları düzeltiyor ya da insanların daha kolay yürüyebileceği yeni basamaklar yapıyorlardı. Gece olduğu zaman basamakların hemen yanındaki battaniyelerine sarılıp orada istirahat ediyorlardı. Bazıları Türkçeyi öğrenmişti. Dua eden “Allâh kabul etsin.” diyenler bile vardı. Bazılarına sadaka verdik, bazılarına gülümsemekle yetindik.
Merdivenleri çıktıkça Büşra sırtımda iyice ağırlaşıyordu. Basamaklar, normal basamakların neredeyse iki katı büyüklükte olduğu için adım atmak gittikçe güçleşiyordu.
Molalar vererek tepeye kadar çıktık; ama aşırı derecede terledim. Büşra da sırtımda iyice ter içinde kalmıştı. Eşim hemen oracıkta yanımızda getirdiğimiz montları çocuklara giydirdi. Zirve biraz esintiliydi. Hira Nur Mağarası, zirvenin az aşağısındaydı. Zirveye bizden önce çıkanlar “Mağara iki kişinin girebileceği büyüklükte, çocukları buraya bırakın, siz gidin.” dediler. O anda salim kafayla düşünemediğim için dediklerini yaptım. Çocukları ve çantaları birine teslim edip mağaraya yürüdük. Yarı yolda aklım başıma geldi. “Madem çocuklara mağarayı göstermeyecektik, neden sırtımızda taşıdık?” dedim içimden.
Çocukları almak için zirveye geri döndük. Dördümüz beraberce indik tekrar, mağaranın bulunduğu noktaya. Mekânda sıra vardı. İçeri ancak iki kişi girebiliyordu. Girenler, iki rekat namaz kılıp o manevî atmosferi yaşıyor, sonra çıkıyordu. Sıra bize gelince o huzurlu mekandan içeri ulaştık. Teşekkür namazımızı kıldık, tekrar zirveye döndük. Bütün grup toplanmış, biz gelene kadar yatsı namazını kılmışlardı. Şimdi de hatim yapacaklardı. Eşime “Çocuklar terli, biz yavaştan inelim, onlarla ancak buluşuruz aşağıda, bize yetişirler.” dedim. O da aynı şeyi düşünüyormuş.
Grup hocamızdan müsaade isteyip inmeye başladık. Vücut hareket ettiği zaman üşümezdi nasıl olsa. Yavaş yavaş indik; ama benim dizlerde ve Ece’de mecal kalmamıştı. Dizlerim zangır zangır titriyordu. Başladığımız yere döndüğümüzde eşim hemen orada bulunan küçük mescide girip kızların üstlerini değiştirdi. Terden sırılsıklam olan elbiselerinin yerine temiz ve kurularını giydirdi. Montlarını da giyince üşüme durumu ortadan kalkmıştı. Otobüse geçip dinlenmeye başladık. Otobüs dolunca otelimize geri döndük. Kızlar çok yorulmuştu, hemen yattılar.
Zordu, yorucuydu; ama Hira Nur Dağı’na ailecek çıkmanın manevî lezzeti bambaşkaydı.