Konuya ceza hukuku açısından yaklaşıldığında, söz konusu ilkenin dünyanın hemen hemen her ülkesinde açıkça kabul edildiği görülmektedir. Dolayısıyla, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde olduğu gibi Anayasa’da da yer alan “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz” yönündeki düzenlemeler artık standart mahiyettedir. Ancak tabii ki hâdisenin bir de uygulama boyutu vardır. Ve bu noktada, hakkında henüz bir mahkûmiyet kararı olmayan, sadece şüpheli sıfatını haiz bir kişi hakkında uygulanan tutuklama, arama, malvarlığına tedbiren el koyma, telefon dinleme gibi uygulamalar çoğu zaman “Acaba nasıl oluyor da bunlar Masumiyet Karînesi ile bağdaşabiliyor“ sorusunu akla getirmektedir.
Hemen şunu belirtelim ki, bir ceza soruşturmasının selâmeti için bazı koruma tedbirlerine ihtiyaç olduğu tartışmasızdır. Misâlen, müşahhas vâkıalar ışığında kaçma tehlikesi bulunan bir şüphelinin, kuvvetli suç şüphesinin mevcudiyeti hâlinde tutuklanması gerekebilir. Zira aksi takdirde hem ceza dâvâsının görülmesi hem de bir mahkûmiyet neticesinde hükümlünün cezasını çekmesi imkânsız hâle gelecektir. Kezâ, şahidler üzerinde baskı kurması veya delilleri imha etmesi müşahhas vâkıalar ışığında yakın ihtimal olan kişilerin de tutuklanması bir ihtiyaç teşkil edebilecektir. Aynı şekilde, bir terör saldırısında suçüstü yakalanan şüphelinin, dâvânın sonuna kadar toplum arasında serbestçe gezip dolaşmasının infiale sebep olacağı ortadadır.
Yukarıda sayılan gerekliliklere rağmen unutulmaması gereken noktaya Mecelle’de de özellikle dikkat çekilmiştir: “Berâet-i zimmet asıldır”, yani kişinin zimmetinde bir şey olmaması (şüphelinin/sanığın masumiyeti) esas alınacak çıkış noktasıdır. Aksinin, iddia sahibi tarafından ispat edilmesi gerekmektedir. Başka bir ifadeyle, söz konusu koruma tedbirlerinin uygulanması bir istisnâdır, kural hâline gelmemelidir, zira ortada henüz bir mahkûmiyet yoktur ve sanığın muhâkeme neticesinde beraat etmesi mümkündür.
Söz Mecelle’den açılmışken değinmeden geçmeyelim: Bilindiği üzere Mecelle, İslâm Fıkhı üzerine tedvin edilmiş bir kanundur. İslâm Dini, Masumiyet Karînesi’ne hukukî açıdan verdiği önemin daha fazlasını toplumsal ve bireysel alanda vermiştir. Bu meyanda; kul hakkına girmeme, gıybet etmeme ve hüsn-ü zanda bulunma emri birçok şeyi ifade etmektedir. Kişinin sadece hukuk önünde değil, teşrik-i mesâi ettiği insanlar nezdinde de karîne olarak mâsum addedilmesi ve sadece bir şüpheye binâen aksinin konuşulmasının ve hatta düşünülmesinin bile dinen yasaklanmış olması fevkalâde ehemmiyet arz etmektedir. İslâm Medeniyeti’nde, Masumiyet Karînesi’nin devletin hukuk mekanizmasının faaliyete geçtiği sürecin çok öncesinde işlemeye başlatıldığı görülmektedir. Böylelikle ferdin, diğer insanlar hakkında bir karara varırken kendisini peşinen menfî düşüncelere kaptırmasına mâni olunmaktadır. Buna tekabül eder şekilde, söz konusu düsturların aksine hareket eden kişilerin kolayca “müfteri” konumuna düşebileceği ve bunun, manevî mes’uliyetin yanında hukukî açıdan da ağır müeyyideleri beraberinde getirebileceği unutulmamalıdır.
Ancak birçok ülkede çoğu zaman, “Anasından yeni doğmuş gibi pâk olmak” ölçüsüne göre değil, “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” kriterine göre hareket edilerek, bilhassa tutuklama tedbiri ceza infazının öne alınmış şekli olarak uygulanmaktadır. Yani, “Nasıl olsa mahkûm olacak, neden dışarda dolaşsın” düşüncesiyle kişiler nisbeten kolay tevkif edilmektedir. Oysa evi basılarak elleri kelepçeli şekilde komşularının meraklı bakışları eşliğinde polis arabasına bindirilirken başı aşağı bastırılan şüphelinin hayatı artık eskisi gibi olmayacaktır, isterse sonunda beraat etsin. Bütün ailevî, sosyal ve meslekî irtibatlarından birden koparılıp öngörülemeyen bir süre müddetince hakkında mahkûmiyet kararı olmadan hürriyetinden mahrum bırakılan ve çoğu zaman kendisine atfedilen suçu bile dosyadaki gizlilik kararı nedeniyle doğru dürüst bilmeyen bir kişiye; “Hukuk seni hâlâ mâsum addediyor” demenin ne kadar kabul göreceği ortadadır. Dolayısıyla böylesine keskin bir kılıcı kullanan hâkimlerin, verdikleri kararların doğuracağı neticeleri göz önünde bulundurularak, nimet-külfet terazisinin dengesini iyi kurmaları kaçınılmazdır.
Hukuk uygulaması açısından genelde tatmin edici olamayan bu duruma, çoğu zaman bir de kişinin çevresinde yaşadığı yargısız infaz eklenmektedir. Zira ahlâk zafiyetinin derin yaralar açtığı toplumlarda “hüsn-ü zan” mefhumu yok denecek kadar azdır. Böylelikle devletin en ağır iddialarını yönelttiği şüpheli bir de toplumsal açıdan tecrid edilmektedir. Hatta bu hâl sadece kendisi ile sınırlı kalmamakta, aynı zamanda aile efradına da sirâyet etmektedir. Dolayısıyla bu menfî durumlar dikkate alındığında, Masumiyet Karînesi ilkesinin günlük hayattaki tesirinin arzu edilen derecede olmadığı neticesine varmak zor değildir.
Peki, bu problemin bir çözümü var mıdır? Ceza muhâkemesi olduğu müddetçe koruma tedbirleri olacaktır, yani bir suç şüphesine dayalı olarak kişiler tutuklanacak, evleri/işyerleri aranacak, telefonları dinlenecektir. Hemen şunu belirtelim ki, bu noktadaki durumların çözüleceği yer kanun metni olmaktan ziyâde duruşma salonudur. Yani kanunu müşahhas hâdiseye uygulayan hâkim, Masumiyet Karînesi’ni özünde dikkate alarak, soruşturmanın selâmeti için gerekli olan adımları atarken şüpheli açısından onun hürriyetini en az ölçüde kısıtlayan tedbirlere öncelik vermek durumundadır. Misâlen, şüphelinin ifade vermek için gönderilen dâvete icâbet etmeyeceği yönünde müşahhas emâreler yoksa kendisini ifade amaçlı gözaltına almak hukuka aykırıdır. Kezâ, klasik koruma tedbirlerine alternatif olarak geliştirilen tedbirlere öncelik tanınması da ehemmiyet arz etmektedir. Bu mâhiyetteki alternatif tedbirlere misâl olarak “elektronik kelepçe” verilebilir: Şüpheli, ayak bileğine takılan elektronik kelepçe ile infaz kurumunda tutuklu olarak kalmak yerine evinde ikamet etmeye devam edebilmekte, ancak aynı zamanda adlî makamlar tarafından 24 saat boyunca uzaktan gözetim altında tutulabilmektedir.
Hülâsâ, herkesin bir şekilde şüpheli/sanık konumuna düşebileceği düşünüldüğünde, devletin gücünü her alanda olduğu gibi ceza muhâkemesi bağlamında da ölçülü kullanmak hukuk devletine olan toplumsal güveni arttıracaktır. Yukarıda ana hatlarını çizmeye çalıştığımız kıstaslar ışığında kendini şekillendiren bir toplumun insan haysiyetine duyduğu saygının, şüpheliler/sanıklar hakkında karar veren hâkim ve savcılar üzerinde de tesirli olacağını söylemek mümkündür.