İçimizdeki düşman, nefsi anlatırken, şuradan başlamak gerekebilir. Âlemlerin Rabbi, insan nefsini yarattığı vakit ona, ‘Beni bildin mi?’ diye bir sual tevcih buyurdu. Nefis, ‘Sen sensin, ben de benim’ diye cevap verdi. İşte benlik davası burada başladı nefsin. Bu benlik davasından vazgeçmesi, binlerce yıllık cehennem azabından sonra aç bırakılmasıyla ancak mümkün olmuştu.
Tasavvufi cihetten bakıldığında nefis konusu, sayfalarca ancak anlatılabilir. Lügatlerde nefis, “id” ve “ego” kelimeleri olarak karşımıza çıkar. Bu çerçevede nefsi kısaca, “ego” ve “bitmeyen istekler” diye tanımlayabiliriz. id’i ise “islam’ın hilafına benlik” manasında kullanabiliriz.
Nefisle nasıl mücadele edilir?
Peygamber Efendimiz (s.a.v) ashabıyla harpten dönerlerken onlara hitaben;
“Küçük cihattan büyük cihata döndük.” buyurarak nefis tehlikesini ve onun her zaman tuzaklar peşinde olduğunu işaret ediyorlardı.
Hz. Âişe validemiz, Peygamber Efendimiz’e:
“İnsan rabbini ne zaman tanır?” diye suâl ettiğinde Alemlerin Efendisi,
“Nefsini tanıdığı zaman” diye cevaplamışlardır.
İnsanın içinden gelen her türlü kem düşünce, kötü fiil ve ahlaksızlığın sebebi nefistir. Nitekim bu hususu Hz. Yusuf Aleyhisselam, “Ben nefsimi temize çıkarmam. Muhakkak nefis, mübalağa ile kötülüğü emredicidir. Ancak Rabbimin rahmet ettikleri müstesna. Suret-i katiyyede benim Rabbim Gafurdur, Rahimdir.” (Yusuf Sûresi, 53) buyurarak dile getirmiştir.
Nefsi terbiye mümkün müdür?
Nefsin temizlenmesi için ilk adım olarak kişinin can u gönülden azmi ve gayreti lazımdır. Nefisle tek başına mücadele etmek imkânsızdır. Bu noktada bir Mürşid-i Kâmil şarttır. Kişi dua ederek ve arayarak bu mürşidi bulur, ona bağlanırsa feyz-i Muhammedî sayesinde nefsin tasallutundan kurtulabilir. Yalnız bu tam bir kurtuluş olmaz. Bir nevi nefsi uyuşturur. Bu hâl kişinin mürşidine olan bağlılığı süresince devam eder. Eğer bağı koparırsa nefsin tuzağına düşmesi kaçınılmaz olur.
“Mürşid-i Kâmil’i nasıl bulacağız?” diye soranlara, Ebu’l Fâruk Silistrevî Hazretleri şu şekilde cevap veriyor: “Ağaç nasıl ki gövdesinden değil de, meyvesinden iyi anlaşılırsa, mürşid-i kâmil olan kişiler de, gösterişli zahir hallerinden değil, meyve ve mensuplarından, yani yetiştirdikleri kimselerin güzel hallerinden anlaşılır. Ve bu suretle kendilerine tâbi olmak, manevi feyzinden her hususta istifade etmek caiz ve sahih olur. Şöhreti arşa çıksa, hakiki mürşidin misali, meyvesidir.”
Gerçek manâda mürşid-i kâmil, vefatından sonra da kendi ruhâniyetinden yardım ve feyz talep edene yardım eder ve feyzinden istifade ettirir. Mesela, Veysel Karâni Hazretleri Yemen diyarından Peygamber Efendimiz’i ziyarete gelmişler, fakat dünya gözüyle O’nu görmek kendisine nasip olmamıştı. Buna mukâbil Peygamberimiz’in ruhâniyetinden istimdâd ederek irşâd olmuştur.
Aklıyla hareket ederek bu yazılanları mantık dışı ve hayali zannedenlere de söyleyelim ki, akıl nefis ve ruhun ortasındadır. Ona kim hükmederse ona göre çalışır. Aklını kullanarak nefsin sözüyle hareket edenler derler ki; “insan olarak farkımız olmalı.” Evet, biz de aynısını söylüyoruz: Farkımız olmalı. Ama hayvandan, melekten değil.
“Nefsin tezkiyesi için günümüzde çâre nerede?” diye sorulursa, kim bilir belki yanı başınızda, belki aynı mahallede, aynı köyde, belki aynı ilçede, aynı şehirde çok çareler var.
Tarihten ibret tabloları Firavun’un Nefis Davası
Firavun, ömrünü ilahlık davasıyla geçirdi ve hüsrana uğradı. Firavun her ne kadar acziyetinin farkında olsa da nefsinin esiri olduğu için geri adım atmak istemiyordu. Şeytan bir defasında Firavun’un kapısını çalmış ve Firavun “Kim o?” diye seslendiğinde şeytan oralı bile olmamıştı. Şeytan bu şekilde üç defa kapıyı çaldığında Firavun dayanamayıp kapıyı açtı. Şeytanı karşısında gören Firavun:
– “Dostum sen miydin? Niye girmedin?” dediğinde şeytan Firavun’a şu ibretlik sözleri söyledi:
– “Yahu sen ne alçak birisin! ilahlık davasında bulunuyorsun ama daha kapının ardında kim olduğunu bilemiyorsun!”
Şeddad’ın Sahte Cenneti
Şeddad bin Âd’ın hikâyesi de nefsin insanoğlunu nasıl alçalttığını gösteren sarih misallerden biri. Kur’an-ı Kerim’de kıssası anlatılan Şeddad bin Âd putlara taparak hayatını sürdüren Âd kavminin hükümdarıydı. Cenab-ı Hak bu kavme Hz. Hûd Aleyhisselam’ı peygamber olarak gönderdi.
Şeddad nefsinin esareti altında kendisini o kadar güçlü görüyordu ki, bütün insanlara kendine boyun eğmeleri hususunda zulüm yapıyor ve putlar üzerinden kurduğu siyasi otoritesini tanımalarını istiyordu. Şeddad ve kavmi, tebliğ için gelen Hz. Hûd Aleyhisselam’ı dinlemediler. Hûd Aleyhisselam onları îkaz ettikçe onlar iftiraya başlayıp Peygamberi suçladılar. Hatta Şeddad o kadar ileri gitti ki, Hazreti Hûd Aleyhisselam’a:
– “Yâ Hûd! Senin ilahın o dünyada yaptığı cennetle övünüyorsa, ben de bu dünyada öyle bir cennet yapayım ki, onun cennetinden daha şahane olsun!” diyerek meşhur “irem Bağı”nı yaptırdı.
Bu hususta Kur’an-ı Kerim’de, “işte Âd kavmi! Onlar Allah’ın âyetlerini bilerek inkâr ettiler ve peygamberlerine isyan ettiler ve her inatçı zorbanın emrine uydular. Bu dünyada da, kıyamet gününde de lânet cezasına tâbi tutuldular.” (Hûd Sûresi, 59-60) buyrularak akıbetleri haber verilmektedir.
Ebrehe’nin Fil Ordusu
Peygamber Efendimiz’in dünyaya teşriflerine az bir zaman kalmıştı. Yemen diyarında Ebrehe adında biri, Mekke’nin hac ve ticaret merkezi
olmasını içine sindiremiyordu. Mekke’ye mukaddes bir belde hüviyeti kazandıran Beytullah’ı yıkma düşüncesine kapıldı ve yollara düştü. Ordusuyla Mekke’ye yaklaştığında, ordunun başında yürüyen ‘Mahmut’ isimli fil bütün zorlamalara rağmen Kâbe cihetine bir adım dahi atmadı.
Nefsine söz geçiremeyen bu bedbaht insana en güzel cevabı Fahr-i Kâinat Efendimiz’in dedeleri Abdülmuttalip veriyordu. Ebrehe’nin gasp ettiği develerini ondan geri istediğince, Ebrehe:
– “Ben Kâbe’yi yıkmaya geldim, sen Kâbe’nin korunmasını isteyeceğine kendi develerini istiyorsun.” deyince Abdülmuttalip:
– “Ben develerin sahibiyim. Kâbe’nin de sahibi var, O onu korur” dedi.
İşte Ebrehe de nefsinin zincirlerini kıramayarak küfrünü daha da arttırmış, neticede Ebâbil kuşlarının attığı taşlardan kurtulamamıştı.