Çocukluk günleri…
Bütün kardeşler, yıldız yorgan altında, köy damında yatardık.
Doğru yatın, sağa sola fazla dönmeyin, sabaha kimseyi damdan düşmüş vaziyette görmek istemiyorum, diye tehditkar bir cümle savururdu babaannem.
Fakat yıllar geçti.
Çocuklar büyüdü, askere gittiler, evlendiler, hayata atıldılar.
Fiziken büyümeleri, ev hayatlarına da yansıdı.
Büyük evlerde kalıyorlar, 200-300 metrekare.
Çok büyük yerlerde yaşıyorlar.
Lakin sığmıyorlar.
Oysa eskiden bir yorgana on kişi sığıyorlardı.
Tek bir damın üzerinde sıra sıra dizilip yıldızları sayıyorlardı.
Şimdi bir kişi, bir yorgana neden sığmıyor?
Dahası bir kişi, bir eve neden sığmıyor?
Daha da ötesi bir kişi, bir şehre neden sığmıyor?
Geçmişe yönelik anlattığımız şeyler, hep içinde başka insanların da olduğu mutlu anlar zincirinin bileşimidir.
Dar hayatlar, küçük çevreler ve küçücük çerçeveler…
Bir arabanın içinde yolculuk yapan 4-5 arkadaş grubunun seyahat boyunca yaşadıkları maceralar…
Çocukluğunda çamurdan pasta yapanların unutulmaz hatıraları…
Hep içerisinde başka insanların da olduğu dar çerçevelerdir bunlar.
Ve insan büyüdü.
Kendi fiziksel gelişimiyle birlikte elindekilerde de bir büyüme görüldü.
Artık daha büyük bir insan olarak daha büyük işlerin peşinde koşuyor, koşturuyordu.
İstediğine de ulaşıyordu.
Fakat beklentilerin aksi yönünde.
Çünkü insan, konfor alanını artırmakla (metrekare, mal-mülk, büyüklük) ruhi konforunun da artacağını ümit ediyordu.
Halbuki gerçek, bu yaygın kanaatin tam tersiydi.
Mühim ve güzel olan, insanın diğer insanlar tarafından kabul görmesiydi. Yaşadığı çevreyi, kendi sosyal izolasyonu ile birleştirerek hakiki manada konfor alanını oluşturması gerekiyordu.
Kıymetli bir aile dostumuz vardı. Kendisi 80’li yıllarda
İstanbul’da ticarete atılmış.
İşportacılıktan toptancılığa kadar gelip iyi bir servet edinmişlerdi.
Üzerine sektörlerle yapılan ticarî ortaklıklarla da bu büyümeyi perçinlemişlerdi. Artık mahalle değişmiş, semt değişmiş, kılık kıyafet yönetmeliği değişmişçesine bir yaşam sürüyorlardı.
Bir gün şöyle dedi: “Biz 5 kardeş çalışırken, eşler ve çocuklar hep birlikte mutlu mesut geçiniyorduk. Şimdi büyüdük, çok büyüdük. O kadar büyüdük ki ortaklıklar palazlandı ve her palazlanmayla yeni bir bölünme gerçekleşti. O zamanlar kazandığımızın çok daha fazlasını kazanıyoruz. Hem de iki aile kaldık fakat yine de geçinemiyoruz.”
Öyleyse geçinme neydi?
Geçinme denilen şey, çok daha fazla kazanmak, kullanılmayan odalarla dolu malikanelerde yaşamak mıydı? Artık o raddeye geldi ki insanlar, neredeyse özel tuttukları aşçıların bile aşçıları var. Temizlikçilerinin bile temizlikçisi var.
İnsanların yakındıkları şeye bakın:
Eskiden eşim yemek yaparken “bi tadına bak” diye beni çağırırdı.
Artık yemeği, özel aşçısı olan aşçımız yapıyor. Şimdi o bir odada, ben başka bir odada ayrı âlemlerde yaşıyor, çalışıyoruz.
Konfor alanını artırmak, mutluluğu artırmıyor, bilakis azaltıyor.
Hayatın özüne kafa yoranlar bunu tecrübe etmiş ve demiş ki:
“Zenginlik, ne kadar çok şeyin olduğu değil; ne kadar az şeye ihtiyaç duyduğunla alakalıdır.”
Eğer bunu anlarsak hayatı da anlarız. Çünkü hayat, birikmelerden/yığılmalardan değil; akışlardan oluşur. Onun için “hayatın akışı” deriz de “hayatın birikmesi” demeyiz.
İşte bu akış içerisinde yere, göğe, hiçbir yere sığmayan insan, aslında bir tek yere sığıyor, kendi içine yani kalbine.