Yıl 1915… Osmanlı, tıpkı batan bir güneş gibi akşamın son ufkundadır. Merhamet ışıklarını Balkanlardan ve Kuzey Afrika’dan çoktan çekmiştir. Bir oldubitti ile de savaş Çanakkale’nin kapısını çalmıştır. Düşman kalabalıktır, güçlüdür. Bütün gücünü toplamış, son darbeyi vurmak için gelmiştir. Kudretli silahlarını gösterdiğinde Osmanlı’nın geri çekileceğine de emindir. Ancak bu tevehhüm, Nusret Mayın Gemisi’nin çizdiği vav harfinin kıvrımları arasında önce yolunu kaybedecek, sonra da Seyit Onbaşı’nın sırtında yükselen bir top ile boğazın soğuk sularına gömülecektir.
Çanakkale’ye Bir Yolcum Var
Müttefik donanması denizden geçemeyince Çanakkale’ye çıkartma hazırlıkları başlar. Osmanlı coğrafyasının dört bir tarafına yayılır bu haber. Son kilit zorlanacaktır. Ateş düşer Osmanlı coğrafyasına. Savaş haberini duyan, silahını kuşanır yollara düşer. Niyetler tektir: “Son Kale Çanakkale” savunulacaktır. Aziz milletin fertleri öylesine acele hareket ederler ki, haberden bile hızlı icabet eder şehitlik davetine. Öylesine hızlı bir icabet ki, sofrasında olan kaşığını bırakır, tarlasında olan sabanını. Analar evlatlarını, hanımlar beylerini, yavuklular nişanlılarını uğurlar Çanakkale’ye. Gün gelir hanımlar bile icabet ederler bu davete. Onlar da Son Kale Çanakkale’nin koruyucusu, şehitlik yolunun yolcusudurlar.
O gün erkeklerle kadınların top yekûn düşmana meydan okuduğu bir gündür. Kalemler bu güne kadar hep cepheyi ve aslanları yazdı. Peki, geride kalanların bir hikâyesi yok muydu? Elbette vardı. Ancak onların hikâyeleri kendileri kadar asil, kendileri kadar sessizdi. Tarih perdesini aralayıp bakınca bir o kadar da ibretli… “Çanakkale’ye şahadet için sana evladımı gönderiyorum Allah’ım” diyen anneler…
Cepheye uzak, perde arkasındaki bu gizli gazileri anlayıp anlatabilmek için tarihin gizli yönünü aralamaya çalıştık. Ve o anda Çanakkale’de nasıl asil bir kadın ruhu olduğunu gördük. Gayret-i diniyyesi şefkatine, ahlak-ı hamidiyyesi karakterine baskın, hal ve harekâtı ile timsal, darb-ı mesel olmuş Osmanlı kadını.
Yolculuğa çıkış anından bir kare:
Evin erkeği çıkarken “hanım” demiştir “Çanakkale’de savaş başlamış diyorlar, ben bir askerlik şubesine kadar gideyim, sen akşam aşı için ateşe fasulye koy, ben hemen dönerim”. Gidiş o gidiştir. Yolu askerlik şubesinden Çanakkale’ye uzanmıştır ve bir daha da geri dönmemiştir. Ateşteki fasulye mi? Vefalı eş her akşam bir tabak koyar sofraya. Ta ki ömrünün sonuna kadar.1
Yollar Gözlenir Mektuplar Beklenir Adı Hasrettir
“Oğlum Mustafa,
14 Ağustos günü mektubun elimize geçti. Bizleri mutlu ettin. İnşallah siz evladım da mutlu olasın. Beş vakit duada kusur etmiyoruz.
Evladım, siz mektup göndermiyoruz diye güceniyorsunuz. Halbuki ayda iki veya hiç olmazsa bir tane gönderiyoruz. Doğrusu şaşılacak bir şey. Diyorsunuz ki ‘Üç senedir cevap alamadığım için üzgünüm.’ Evladım ne yapalım, kuş olsak da şu mektubu kendimiz götürsek.”
Akkaş Oğlu Süleyman ve Anneniz.
Mektup Çanakkale Savaşı’nda esir düşen Mustafa’ya annesi tarafından yazılmış. Babanın ismi biliniyor, “Süleyman”. Annemiz ise mektubu kendisi kaleme aldığı halde imza yerine ismini yazmamış. “Siz evladım,” diye veciz bir giriş yapan Muğlalı Mustafa’nın validesi, bütün anne hasretiyle mektup bekleyen askerlere hitaben “Anneniz” diyerek bitirmiş.
İsmi Gelir Listeden “Şehidimin”
Osmanlı coğrafyasının dört bir tarafında binlerce köy… Bütün köy ahalisinin gözü kazadan gelecek şehit listesinde. Toplaşmışlar bekliyorlar cami kapısında. Kulaklar okunan listelerde, gönüller mahzun, tedirgin, çaresiz. Evladının ismini duyan cefakâr analar, eşlerinin isimlerini duyan vefakâr eşler, başları dik, ama mahzun yüzleri, sicim sicim gözlerinden akan yaşlarını, yemenilerinin ucu ile saklayarak evlerine dönerler. Sesli bir şekilde ağlamak ve feryat yok. Çünkü artık onlar şehit anası, şehit eşidirler. Ağlanır mı hiç şehide, hele Çanakkale şehidine. O gece köyde kalan ahali şehit evine toplanır. Dualar yapılacak taziyeler söylenecektir. Bu iş savaş boyunca sıra ile devam edecektir. Gelecek hafta bir başkasında, sonra bir başkasında…
Herkes gitti mi otururlar bir başlarına, dağ gibi kocanın, aslan gibi evladın yangını ile yanan yüreklerini koyuverirler, hıçkıra hıçkıra hasretle ve özlemle ağlarlar doyasıya.2 Mezarının nerede olduğunu bilmeden. Bu tablo, asker yiğidin şehit olduğunu belgeleyen kırmızı açık muhabere kartı gelince bir daha tekrar eder.
Bazen de şehitlik kâğıdı gelmez, bir kor düşer ananın yüreğine. Düşer evladının peşine. Evladını sorar her önüne gelene. Tıpkı şehit yakınlarının her gazadan sonra sahabe-i kiramı karşılayıp sordukları gibi.
Kadınlar Evladını Arar Gözler Her Askerin Simasında
Bazı analar vardır ki, hem eşini, hem de evlatlarını şehit vermiştir. Yine de taş basmışlardır yüreklerine. Fatihalar gönderirler şehitlerinin ruhuna. Sormazlar bile mezarları nerededir. Onun gözünde vatan toprağının her karışı mezar, her taşı mezar taşıdır. Ama bazı analar da vardır ki, dayanamaz evladının hasretine hicret eder Çanakkale’ye, Kerime Ana gibi. Kerime Ana biricik yavrusunu Çanakkale’de şehit vermiştir. Harp bittikten sonra evladının hasretine dayanamaz. Toplar her şeyini hicret eder Çanakkale’nin Kilitbahir köyüne. Kalan ömrünü tek odalı evinde, tek başına “yavrum, kuzum” diyerek geçirir.3
Bir de bazı analar vardır ki, vatanın bütün yavrularını Ayşe Nine gibi evlat kabul etmiştir. Askerler sevk edilirken, Gelibolu üzerindeki köylerde misafir edilirler. Askerler üşümesinler diye köydeki evlere dağıtılır. Tek başına yaşayan Ayşe Nineye de bir grup Mehmetçiğin kendinde kalacağı söylenir. Fakat ne hikmetse gelen giden olmaz. Ayşe Nine o geceden sonra kalan ömrünün her gecesini sabaha kadar elinde bir fenerle köyün sokaklarını dolaşarak geçirmeye başlar. Ne yaptığını soranlara ise şu cevabı vermektedir:
“Asker evlatlarımı arıyorum! Bu soğukta dışarıda kalıp üşümesinler.” 4
Ben bir koç yiğidi cenge saldım,
O Çanakkale’de, ben burada kaldım.
Sadakatli Eşler
Alınları pak, kendileri pak, temiz kadınları vardır Çanakkale’nin. Gözleri her daim ufuktadır. Kalpleri gelen her karaltıyı şehit muhaberesi getirenler zannederek küt küt atar. Yiğidini bir ömür beklerler. Dilleri her daim duadadır. Sabır ve iffet timsalidir onlar. Şemse Nine gibi son ana kadar yiğitlerini beklerler.
Yine öylesine hanımlar vardır ki nişanlılarını kaybetseler bile vefalarını kaybetmez. Ömürlerinin sonuna kadar evlenmezler.
Mezara Koyulan Torba
Nişanlısı Çanakkale’de kalmış bir genç kızdır. Vefat edene kadar evlenmez. Vefat etmeden vasiyet eder: Kendisi ile beraber büyücek bir torba da mezara konacaktır. O torbada ömür boyu kesilen ve dökülen saçları, yaşlandıkça bir bir düşen dişleri vardır… Mahşer gününde nişanlısına kavuşunca diyecektir ki; “ Senden başkasına söz demedim bu dişler şahittir, senden başkası dokunmadı bu saçlar şahittir.”6
Çanakkale’de eşlerini kaybeden vefakâr hanımlar yıkılmazlar. Dağ gibi vakurdurlar. Daha bir güvenle basarlar toprağa. Bilirler ki, artık onlar Allah’a emanettir. Eşlerinin korumak için kendilerini feda ettikleri Kur’an-ı Kerim’e sarılırlar. O gün gelip de nida olunduklarında “gel” diye, gülümseyerek giderler ölüme. Bilirler ki, bir ömür nefisleri ile verdikleri savaşın galibidirler. Ve yine bilirler ki, mahşerde şehitler ordusunun arasında eşleri de olacaktır.
Kadın Mücahideler
Kadınlar Çanakkale savaşında sadece cephe gerisinde değildirler. Gün gelmiş, cepheye mühimmat taşımışlar, gün gelmiş hemşire olup yaralar sarmışlardır. Ve hatta gün gelmiş, takmışlar silahı omuzlarına, er gibi vuruşmuşlardır. Pek bilinmez bu hasletleri, ama onlar tarihe “Çanakkale savaşının keskin nişancıları” olarak geçmişlerdir. Üstelik taktikleri de çok şaşırtıcıdır; kendilerini yeşile boyayarak kamufle etmektedirler. Düşmana o kadar korku salmışlardır ki, bu korku yazı olmuş dökülmüştür mektuplara satır satır. (The Egyptian Gazette) İşte onlardan birkaç örnek:
18 Mayıs günü düşman hatlarına doğru bir ateş başlar. Kurşunların ne sahibi bellidir, ne de nereden geldiği. Ancak kurşunu kimin yiyeceği bellidir. Affı yoktur, kendini açık edeni mıhlar. O gün akşama kadar birçok düşmanı vurur. Akşamüstü bir Avustralyalı tarafından vurulur bu gizemli keskin nişancı. Gerçek o zaman ortaya çıkar, 19-21 yaşları arasında bir genç kızdır. Bedeninde ise 52 kurşun yarası vardır.
Yine bir ev kuşatır düşman askerleri. Evdekilerin teslim olmasını isterler. Teslim cevabı beklerken kurşun yağar üzerlerine. Düşman sayıca üstündür, bir müddet sonra susar mavzerin sesi. İçeri girerler bakarlar ki, genç bir Türk hanımı yerde yatıyor. Yanında minik yavrusu ve yaşlı anası. Canını vermiş teslim olmamıştır düşmana. Canını da ucuza vermemiştir, ağır ödetmiştir bedelini. Vurduğu halde ölmeyen düşman subaylarını süngüleyecek kadar cesurdur da. Bu kadarla da değil. Üzerinden tam 16 düşman askerinin künyesi çıkar.7
Sadece Türkiye’den gelenler savaşmamıştır Çanakkale’de. Osmanlı coğrafyasının tamamı katılmıştır bu savaşa. İşte bu savaşa katılanlardan birsi de Kosovalı Zeynep Mido Hanım’dır. Ailesini bırakıp koşup gelmiştir bu cihat çağrısına ve şehit olup kalmıştır Çanakkale’de.
Bu yüzük başka
Bir de yüzük hikâyesi vardır ki insanı ürpertir. İstanbul’un zengin ve soylu ailelerinin hanımları “Bu gün durmak günü değildir gayret günüdür.” diyerek hastanelere koşarlar. Yaralı gazilere ihtimamla bakarlar. Hele Çanakkale gazilerine apayrı bir şefkat gösterirler. Bu davranış hızla yayılır hanımlar arasında, her yer gönüllü hemşire dolar. Devlet bu fedakârlığı ödüllendirmek için esir İngiliz tüfeklerinin namlularını keserek yüzük yaptırır ve bu gönüllülere dağıtır. Yüzüğün üzerinde 1332-1333 (1916-1917) Müdafa-i Milliye, Cihadiye yazmaktadır.8
Tarih bu zaferi hak ettiği şekilde kaydetmiştir. Çanakkale, tarih yaşlandıkça gençleşecek bir zaferdir. Bilinmeyen yönleri aydınlatıldıkça etrafına ziya yayacaktır.
Biz bu yazımızda pek bilinmeyen bir yönünü aydınlatmaya çalıştık. Çanakkale Savaşı’nda günümüze bile model olabilecek asil kadın ruhunu keşfetmeye, eşsiz portreleri resmetmeye gayret ettik. Gördük ki, bu zafer sadece yiğitliğin, sadece mertliğin destanı değildir. Bu zaferin arkasında evlatlarına helal süt emzirmiş analar, vefalı ve iffetli eşler, gerektiğinde silahı eline alabilecek kadar cesur, edep timsali genç kızlar vardır.
Öyle köyler vardır ki, savaşta bütün erkekleri şehit olmuştur. Kastamonu’nun Dereköy namı ile anılan köyü, Çanakkale’ye gidenlerin hiç birisinin dönmemesi sebebi ile köyde hiç erkek kalmayınca “Ersizler” adını almıştır. Yine öyle köyler vardır ki, savaştan sadece 1-2 erkek dönmüştür.
Ankara Kazan Soğulcak köyüne Devlet-i Aliyye’den seferberlik emri gelir. Eli silah tutan kim varsa, çocuğundan yaşlısına bütün erkekler son kale Çanakkale’ye koşarlar. Köyde erkek namına kimse kalmaz. Bir müddet sonra köylülerden Masman kızın anası vefat eder. İmdada ayran için köye gelen jandarmalar yetişir. Vaziyeti görünce, bir kabir kazarlar bu yaşlı Anadolu anası için ve defin işlemlerini yaparlar. Artık köyde her iş kadınlar arasında imece usulü yapılır. Omuz omuza veren fedakâr Anadolu kadını, hem iaşesini temin eder, hem de yiğitlerinin yolunu gözler. Savaş biter, sadece iki kişi döner geriye; İpeğin Cemil ve Aşşa Melle’den Kör Ali.1
Şemse Nine
Şemse Nine evliliğinin ilk haftasında civanını Çanakkale’ye göndermiş ve orada bırakmıştır. Öylesine vefalıdır ki seksenli yaşlarda vefat edene kadar evlenmez. Mehmet’ini bekler. Dokundurtmaz Mehmet’inin hatırasına, koymaz kimseyi onun tahtına. Geçimini yakmacılık denen usul ile çıbanları tedavi ederek sağlar. Kendisini davet eden komşularına “Mehmet’ime söz verdim, çıkamam dışarı.” diyerek gitmez. Bir müddet sonra şehit düşer Mehmet’i. Ama Şemse Evinin camlarına ve duvarlarına astığı mektuplarını her sabah namazından sonra yeni baştan okur ve gelinliğini giyip yüz görümlüğünü takıp Mehmet’ini bekler. Aradan geçen yıllar bu âdeti değiştirmez.
Şemse Nine bir akşam gelinliğini giyip yüz görümlüğünü takar, başlar evinin içinde dolaşmaya. Hâlbuki bu işi hep sabah namazından sonra yapmaktadır. Bu duruma şaşıran komşuları takılır Şemse Nineye:
-Hayırdır nene pek süslüsün birini mi bekliyorsun?
Şaşırtan bir cevap verir Şemse Nine:
-Ben bu gün evlendim, bakın yüz görümlüğümü de taktım, Mehmet’imi bekliyorum.
Bu nasıl bir vefadır ki Şemse Nine aradan geçen yıllara rağmen Mehmet’ini beklemektedir. Komşuları mahcup ve mahzun bir şekilde gözyaşlarını silerek ayrılırlar oradan.
Ertesi gün Şemse Nine’yi gelinliğinin içinde vefat etmiş olarak bulurlar. Şemse Nenenin evinden cenazesi çıkmış ama o kocasının sözünden çıkmamıştı. Belli ki Mehmet’i gelip götürmüştü ebedi âleme.5
Çanakkale Nedir?
Asr-ı sadetten sonraki hiçbir savaş hakkında bu kadar çok yazılmadı. Hiçbir savaş, bu kadar destan olup dünya milletlerince söylenmedi. Hiçbir savaşta, bu kadar çok anne baba evladını, kadın eşini, yavru babasını, kardeş abisini kaybetmedi. Toprak, hiçbir savaşta bu denli kan kırmızısı olmadı. Almadı bağrına bu kadar çok şehidi. Hiçbir savaşta insanlık onuru, bu denli vahşice çiğnenmedi. Hiçbir savaşta insanlık dersi, bu kadar açık verilmedi.
Bu savaş yiğidin harman, cesaretin meydan, dostun hayran, düşmanın da pişman olduğu bir savaştır. Hükümdarın kaleminde şehitliğe ferman, şairin kaleminde, kahramanlığa destandır. Askerin karavanasında yokluk, düşman sayısında çokluk, bir şahadet menzili mesafede dostluktur. Siperlerde kımıl kımıl okunan dualar, Allah Allah diye savaş meydanını inleten sayhalar, her daim bir inilti, her daim bir acı olarak yaralı dilinde feryatlardır. Bu savaş kemiğin çeliğe, etin demire, imanın küfre galip geldiği bir savaştır.
Bu savaş Çanakkale’dir.
Dedenin, torunla yan yana savaştığı, on binlerce şehidin aynı toprak altında yattığı, şehidin canı, gazinin kanı ile vatana ruh kattığı Çanakkale’dir. Çanakkale, bir tren istasyonunda “oğlum git, ya gazi ol, ya şehit” diyen ananın yenine sildiği gözyaşı, her daim yol gözleyen boynu bükük eşten her harfi özlem yüklü bir mektup, abisini uğurlayan minik kardeşin boğazında düğümlenen hıçkırıktır.
Çanakkale, isimsiz bir mezar taşıdır, Kosova’dan, Yemenden, Edirne’den ve Kars’tan.