Kayıp Mefhumlar Tamircisi

Öğleden sonra sedire uzanmış, yatağından çıkmamıştı. Kapı aralığından, taziyeye gelenlerin sesini duymuştu. Gün, geceye döndüğünde, sokaklarda lambaların cılız ışıkları kalıp bütün mahalleli uykuya daldığında, yatağından çıktı. Babasının vefatının üzerinden 3 gün geçtiğini varsayarsak, artık ziyaretler bitmiş, herkes gündelik işlerine dönmüştü. O da yetimliği ile baş başa kalmıştı.

Duvarlar üstüne üstüne gelmeye başlayınca, kendini sokağa attı. Gecenin bu yarısı, bomboş sokaklarda ne arardı ki insan? Kaçıp gitmek mi istiyordu, ölüm kokusunun sindiği evden? Sanki şu peşi sıra dizilmiş kaldırım taşları, bir cenaze alayıydı. Sanki bütün mahalle, kavrulmuş helva ve taziye kokuyordu. Sanki her köşe başından biri çıkacak, koca adama bak, nasıl da çöktü, diye ayıplayacaktı.

Sokağın karanlığa saplanan köşesinde bir dükkân gördü. Gecenin bu yarısı açık olduğuna göre herhalde nöbetçi eczane diye geçirdi içinden. Ama artık o, ilaç kokusu almak istemiyordu. Eskiden ilaç kokusu umuttu, belki iyileşir, her şey eskisine döner duygusuydu. Oysa şimdi ilaç kokusu, yenilmişlikti. Kaybetmişlik ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak duygusuydu. Koşarak kaçmak istedi fakat dizlerinin bağı çözüldü ve çöküp sokak ortasına, ağlamaya başladı. Kaç yaşına gelirse gelsin, koca adam olup baba da olsan; baban vefat ettiğinde, kalbi buruk bir yetim oluyordun. Kökleri sökülmüş bir ağaç, kanadı kırılmış bir kuş oluyordun.

Dükkânın kapısı gıcırtıyla açıldı. İçeriden, temiz yüzlü bir ihtiyar çıktı. Koluna girdi ve yeşil derisi dökülmüş koltuğa oturttu. Bir bardak su verip sakinleşmesini bekledi. Nefes alışverişleri normale döndüğünde, titrek sesi ile teşekkür etti. “Daha iyi misin oğlum?” diye sordu ihtiyar.

“Öyle içten, öyle derin oğlum deme bana.” diye inledi.

Böyle zamanlarda insanın boğazına, nereden çıktığı bilinmez bir örümcek gelir. Boğazı kaplayan yumru şeklinde ağ örer. Sözcükler o ağa takılır. Yutkunamaz ve konuşamaz. Bunun üzerine kalbiniz, kelimeleri gözleriyle gönderir. Gözler, bu ağır kelimeleri taşıyamaz ve kelimeler, gözyaşı olup dökülmeye başlar.

Nitekim öyle oldu. Bütün sözcükler, gözlerinden damla damla aktı. Neyse ki bilge bir ihtiyardı ve bütün hikâyeyi, gözyaşlarından tek tek okudu. Herkes okuma yazma bilir fakat pek azı bu tür harfsiz sözcükleri okuyabilir. İhtiyar, mesleği gereği bu konuda çok iyiydi. O, kayıp mefhumlar tamircisiydi.

Bilirsiniz, içi boşaltılmış kelimelerin hüküm sürdüğü bir çağdayız. Kelimelerin asıl manaları kayboldu. Bazılarının, kelimeleri tamir etmesi ve asıl manalarını insanlara hatırlatması gerekir.

İhtiyar, derin bir nefes aldı. Sözcükleri, su damlaları gibi duru ve tek tek çıkıyordu ağzından.

“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar. Ruh, beden evinde misafirdir. Beden yıkılsa dahi o ruh, kendine yeni bir mesken edinir. Hangi tohum yere ekildi de bitmedi! Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun! Hangi kova kuyuya salındı da dolu çıkmadı? Ölüm bir son değildir. Aksine bir başlangıçtır. Hem kimisi toprağın üstünde ölü yaşam sürerken, kimileri de toprağın altında dahi hayattadırlar.”

İhtiyar konuştukça, içinde yanan ateş azalıyor, genzindeki yumru çözülüyordu.

Öyle ya, ölümü, karanlık ve korkunç göstermişlerdi. Ölüme ayrılık demişlerdi. Oysa inananlar için ölüm, bir firkat değil, vuslattı.

Açık pencereden içeri giren ezan sesi, daldığı rüyadan uyandırdı. Yanakları gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Yatağından doğruldu. İçini tatlı bir esenlik kaplamıştı. Duvarda, eskimez harflerle babasının nakşettiği o beyitlere gözü takıldı.

 

Ömr-i bekâ diler isen ihsân yolun gözet

Çün kalır âdemîlik ü âdem gelir gider

*Şeyhî

(Şayet ölümsüzlük yolunu istersen iyilik yolunu tut.

Çünkü insan gelir-gider de insanlık kalıcıdır.)

 

Exit mobile version