Psikoloji dünyasında onu duymayan yoktur. “Koşul’um ben.” diyordu. Kendini bir deney ile psikoloji alemine resmen tescil ettirmişti. Deneyin ismi de klasik koşullanma idi, bu deney ile kelimeler dünyasında üne kavuşmuştu. Deney gayet basitti.
Fizyolog ve psikolog İvan Pavlov (1849-1936) köpekler üzerinde bir deney yaptı. Köpeğe ilk olarak birkaç kez zil çalındı. Fakat köpek tepki vermedi. Sonradan köpeğe et verildi. Köpeğin salyaları aktı. Sonra et ile birlikte zil çalındı.
Daha sonra et verilmediği halde zil çalındığında köpeğin salya salgıladığı görüldü. Deney, klasik koşullanma ismi ile bilim dünyasında yer aldı. İşte böyle bir şeye bağlı davranışlara şartlı ya da şartlandırılmış refleks deniyordu.
Kimileri mevzuyu hafife alıp, ‘Hangi köpeğe eti göstersen salyası akar, ne var bunda!’ diyordu. Koşul’un derdi ise, bu kadar ünlü olmasına rağmen onun yerine hala bazı sahalarda ‘şart’ın kullanılması idi. Özellikle de mahkeme kararlarında esamesi hiç okunmamıştı. Hukuk diline de temayüz etmeye niyetlendi.
Davalardan sonra en çok duyduğu cümlelerden biri idi. “Sanık, şartlı tahliye edildi.” Kendini “şartlı tahliye”nin yerine koymak için yanıp tutuşuyordu. ‘Koşullu serbest bırakma’ şeklinde bir karşılık buldu. Ancak, kedinin aynaya bakıp kendini aslan sanması gibi bu ibareyi bir türlü kendine yakıştıramadı.
‘Şartlı tahliye’yi, tahlile koyuldu. Arapça bu iki kelime bir hukuk ıstılahı olarak lügatlerde geçiyordu. Çoğu kimseyi kendine ‘koşul’a alıştırmıştı. Hatta bazı cümlelere sızmış ‘bu yarışmanın ön koşulu’ diye kalıplaşmak üzereydi. ‘Koşul’, yılların efsanesi ‘şart’ ile amansız bir mücadeleye tutuştu. Hukuk ıstılahından ‘şartlı tahliye’yi çıkaracaktı. Bir nevi ‘şart’ı darağacına götürmenin tuzaklarını kuracaktı.
‘Şart olsun ki ben de bu şartın nerelerde kullanıldığını buluncaya kadar yatmayıp, uyumayıp onu araştıracağım.’ diye de bir şartlı bir cümle kuruverdi.
Evvela lügate baktı. Şart: Diğer bir şeyin vücudu/varlığı onun vücuduna bağlı olan şey. Mesela; namazın şartları ki onlarsız namaz kılınamaz. Nahiv ilminde cümle-i şartiyye, birincisine şart ikincisine ceza denir.
“Mantık ilmine iyi çalışırsan ilminde kuvvetli olursun. Usûl-i Fıkıh ilmine iyi çalışırsan dininde kuvvetli olursun.” cümlesinde ‘Mantık ilmine çalışırsan ve Usûl-i Fıkıh ilmine iyi çalışırsan” şart “ilminde ve dininde kuvvetli olursun” cezadır. Buna Türkçe’de şartlı cümle denildiğini biliyordu. Hatta testlerde ‘Aşağıdakilerden hangisinin olması bir şarta bağlıdır?’ sorusu yer alıyordu. Lügatte, vakıf şartı, nikahın şartı gibi terkipler uzayıp gidiyordu.
Akaid ve ilmihal kitaplarını karıştırdı. Bütün bu kitapların ilk sayfalarında, imanın şartlarından bahsediliyordu. Dikkatini şu cümle çekti. “imanın altı şartından birini kabul etmeyen hepsini inkar etmiş sayılır. Mesela, imanın beş şartını kabul edip, ahirete inanmayan kimse mümin olamaz.” Şart kelimesinin ne kadar
mühim bir yer tuttuğunu gördü. Bir şeyin netice vermesi için bütün şartların yerine getirilmesi gerektiğini öğrendi.
Kur’an-ı Kerîm’i açtı, ilk önce Arapça’sını, sonra ayetin mealini kıraat etti. “Ey insanlar! Bütün arzdaki nimetlerimden helâl olmak, pâk olmak şartıyla yiyin, fakat şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o size apaçık bir düşmandır.” (Bakara suresi, Ayet-i Kerime 168)
Divan Edebiyatı’nın manzum kapılarını araladı. içinden cümleler fısıldadı. ‘Eğer bu kelime köklü ve itibar görmüş ise mutlaka bir şairin kaleminde kağıda yüz sürmüştür.” Halepli Hasan Şuûrî’nin beytinde bir nefes sekte etti.
Ettiği davaya kâdir olmadır şart-ı hüner Ademi rüsva eder isbâta acz-i kudreti
Beyti lügatler yardımı ile şerh etmeye koyuldu.
‘Marifetli bir insan olmanın şartı, ortaya attığı dâvânın mahiyetini bilerek, karşısındakini inandırmaktır. Yoksa söylediğini ispat edememek, insanı gülünç hâle sokar.’
Şart’ın buralara kadar uzandığını tahmin edememişti, günlük hayatta kullanıldığı yerleri belirlemeye çalıştı. Şartname, kayıtsız şartsız, hava şartları, hayat şartları, şartlandırma, şart koşmak…
Bütün şart’ların yerine kendini koydu, yazıyı öyle okudu; ancak içine sinmedi. Tek yakıştığı yer ‘şart koşmak’ deyimi idi. Onun da ekli hali değil, iştikak ettiği ‘koş’ fiili idi. Şart yerine koşut diyenler olsa da hiç biri “Âmentüdeki” şartların yerini alamadı.
En son bir duvar yazısı gördü. Klasik bir cümleydi belki ama şartın ne olduğunu sarih bir şekilde anlatmaya kafi idi. Deneydeki et-köpek alakasına atfen, araştırmasına bu cümle ile nihayet verdi:
“Sadakate şart koşulmaz.”