Uzun bir süre İstanbul’a gelemedim. Üsküdar’da Karacaahmet, Eyüp Sultan gözümde tütüp durdu. İstanbul’dayken her fırsatta mutlaka uğradığım Süleymaniye, aradan bunca zaman geçmesine rağmen muhayyilemde hâlâ ilk gördüğüm heybetiyle ve hatırasıyla.
2014 Eylül ayı günlüğümden bir not:
21 Eylül 2014 Pazar. Sabah saatleri. İstanbul’da ilk günlerim. İlk defa bindiğim Üsküdar-Eminönü vapuru, sabah serinliğinde boğazın serin sularına ince bir çizgi çizerek ağır usul ilerliyor. Boğaz üzerinde geceden kalma bir sis tabakası var. Vapur ilerledikçe sis tabakası yavaş yavaş açılıyor. İsmini vapura binerken öğrendiğim Eminönü’nün sırtlarında kubbe ve minareleri ufuk çizgisinde gökyüzüne dokunacakmış gibi bir heybet yükseliyor önümüzde. Böyle bir heybetin önünde heyecan, gurur ve ruhumu titreten bir korku. Yanımda elindeki simidi onlarca martıyla bölüşen her halinden bir İstanbul beyefendisi olduğu anlaşılan yaşlı, kibar bir beyefendi, tebessüm ederek heyecanıma ortak oluyor. “Hayırdır evlat, Süleymaniye’yi ilk defa mı görüyorsun?” Vapurdan inince önümdeki yokuşu nasıl çıktığımı hatırlamıyorum. Yakından bakınca heyecanıma sevincim de ekleniyor. Avlusunu, içini gezdikçe çocukluğumdan bir şeyler hatırlıyor gibiyim. Bir rüya, şimdi adım attıkça her anıyla aklıma geliyor: Babamla büyük bir cami içindeyiz. Çocuk kalbimle cami içinde koştukça cami daha da büyüyor gibi. Bir saniye bile buradan ayrılmak istemiyorum. Babam gitmemiz için ısrar ettikçe bir bahane bularak biraz daha kalmak istiyorum. Babam daha sonra yine geleceğimizi söyleyerek beni alıp çıkıyor camiden. Kubbelere, minarelere, avluya, manzaraya hayran hayran bakarak içimde bir gün yeniden gelebilmek ümidiyle ayrılıyorum. Daldığım bu çocukluk hatırasından yavaş yavaş kendime geldikçe şaşkınlığım artıyor. İnsan gerçek hayatta görmediği bir şeyin rüyasını görebilir, hayalini kurabilir miydi?
12 Haziran 2015 Cuma günü küçük, sakin bir şehirde kafamı dinleyip tabiatın ilhamından istifade etmek niyetiyle hem de arkadaşlarımın “Kendisi ilhama muhtaç olan bir şehir sana ne kadar ilham verecek?” diye uyarmalarına rağmen İstanbul’dan ayrıldım. Ayrılmak istemedim, ama çocukluğumdan beri duyduğum “İstanbul büyük şehir. Büyük şehir, insanı yutar.” sözleri zihnime öyle yer etmiş ki belki de bu yüzden kendimi ayrılmaya mecbur hissettim. İstanbul öyle bir şehir ki içindeyken küsüp darıldığımız, hatta zaman zaman kızıp bağırdığımız halde kendisinden bir an uzaklaşınca nasıl özlüyoruz. Uzun bir süre İstanbul’a gelemedim. İstanbul’dayken her fırsatta mutlaka uğradığım Süleymaniye, aradan bunca zaman geçmesine rağmen muhayyilemde hâlâ ilk gördüğüm heybetiyle ve hatırasıyla.
Günlerim İstanbul özlemiyle geçti. Aradığım ilhamı bulamamışken kendimde olan ilhamı da kaybettim. İyiden iyiye karamsarlığa kapıldığım bir zamanda günübirlik İstanbul ziyareti fırsatım oldu. Havaalanından çıkar çıkmaz önce ziyaretlerimi tamamladım sonra da Süleymaniye’ye gittim. Bu alelade bir gidiş değildi, koşarcasına yürüdüm. Kaldırım taşlarında yorgunluğum ayaklarımdan belli olsa da durmadım. Yılda bir defa da olsa İstanbul’a gelebilmek için uğradığım her ziyaret mahallinde dua ettim. Ayakkabılarımı sürüye sürüye geldim, bir İstanbul beyefendisi edasıyla döndüm. Bundan sonra, her sene bir defa İstanbul’a gelmek nasip oldu. İstanbul’u seven birinin İstanbul’a geldikçe, gördükçe, ondan kopması zordur. Bir an bile ayrılmak istemiyordum artık. Süleymaniye’ye baktıkça, “Allah’ım, Süleymaniye manzaralı bir ev nasip eyle.” diye niyazda bulunuyordum. “Kabul olunacağına inanarak dua ediniz.” diye bir cümle duymuştum. Hayatımda bir şeyi böylesine istemiş miydim, hatırlamıyorum. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyordum, İstanbul’da çalışma fırsatı yakaladım. Hasretin haddini aştığı bir vakitte, böyle bir fırsat, benim için bulunmaz nimetti. Yolculuğun, her zamankinden daha uzun sürdüğünü hissettim. Sonunda kavuşmak varsa bütün bekleyişler anlam kazanıyor. Akşam saatleri… Fatih’te, Cibali semtindeyim. Misafir olduğum yerin odasının penceresini araladım. Dilim tutuldu, heyecanımdan kalbimin atışları hızlandı. Sanki bu pencereden, gönlüme bir pencere açılmıştı. Baktığım nokta, gecenin koynunda bir yıldız gibi parlıyordu. Manzaram Süleymaniye’ydi.