Ninemizin diktiği gömleği dünyanın en güzel kıyafeti saydığımız zamanlardı.
Yatılı okulda okuyorduk, ailelerimiz uzaktı. Hiçbirimiz hastalandığımızda anne şefkatiyle iyileşemeyecek; ancak candan bir dostun getirdiği bitki çayını ömür boyu unutamayacaktık.
Parlak yeteneklerimiz de yoktu. Hepimiz bunları biliyorduk. Ve bu bizi mutsuz etmiyordu.
En büyük eğlencemiz, güneş doğmadan kalkıp güneşi selamlamak, güzel hayallere dalmaktı. Bizimle olsaydınız mutlaka fark ederdiniz, günün ilerleyen saatlerinde martı seslerinin semayı kuşattığı bu yerde, biz varken martı sesleri duyulmazdı. Bu sebeple günün en güzel vakti “martılar uyanmadan”dı.
Bütün ölçü birimlerine muhaliftik. Bir plan yapıldıysa zamanı, saat ile ifade edilmezdi. “Martılar uyanmadan” dendi mi herkes aynı saati anlardı. Kaç kilo olursak olalım, salıncakta kendi kendimize sallanabiliyorsak zayıf, saklambaç oynarken koşabiliyorsak güçlü, muhabbetle hayal kurabiliyorsak mutluyduk.
En sevdiğimiz ders coğrafyaydı. Kağıt gemilerimizi yüzdüremeyeceğimiz denizleri öğrenmek hoşumuza gidiyordu. Coğrafya, o zamanın bizleri gibi netti. İçi dışı birdi. Ardışık iki enlem arası her zaman 111 km; dünyanın çevresinde bir tam tur döndüğünde varacağın nokta, başladığın noktaydı. Coğrafya belki kendine özeldi. Ama hayatın kendisi değildi. Bunu dostlar arasındaki mesafe arttığında ve aslından uzaklaşanların başladığı yere dönemediğini gördüğümde fark ettim.
Hatırlar mısın edebiyat öğretmenimiz İcap Bey’i? Osmanlı saraylarından çıkmış konuşmasıyla bizi hayran bırakır, hep asıl kelimeleri kullanırdı. Bunu yaparken “icap ediyor” diye fazla demesi, ona bu ismi miras bırakmıştı. Boş durmayı sevmez, sürekli okur, yazardı. Geceleri de uyumayıp ders çalıştığı, bir efsane gibi anlatılır dururdu…
İyice biten kalemimin mürekkebi, beni zamanımıza, yıllar sonraya geri getirmişti. Hızlıca kalem değiştirip İcap Bey’i anlatmaya devam edecektim ki telefonuma gelen bir bildirim buna engel oldu.
Ekranı açtığımda bir mesaj! Mesajı yazana mı, ne yazdığına mı hayret etsem bilemedim.
“Umut dediğin nedir, ağaçta mı yetişir? Cahid Mete.”
Kalemimin mürekkebi bitmeseydi, telefonuma bakmak için kalkmasaydım, dinlenmek nedir bilmeyen edebiyat öğretmenimiz İcap Bey’in dilinden düşürmediği “İzin nedir evladım, ağaçta mı yetişir? Meyve midir, sebze midir?” sözlerini yazacaktım. Niye mi? Unutmamak, kendime hatırlatmak için. Ama anlaşılan o ki bunu hatırlama vakti gelen tek ben değildim.
Ne demeli şimdi sana Cahid Mete?
Cevapsız mı bırakmalı?
“Hayallerinden, aslından vazgeçmen, İcap Bey’in bütün nasihatlerine rağmen başka bir yolu seçme cesaretindir umut.” diyerek pişmanlığınla baş başa mı bırakmalı? Bilirsin, insan doğru yolda değilse yanlış yoldadır ve bunun ortası yoktur.
Ama dedim ya insan annesinin yokluğunda bitki çayı yapan kişiyi hiç unutamıyor. Her şeye rağmen ardışık iki enlem arası uzaklık yine 111 km oluveriyor.
Düşündüm, acımasız olmamalıydım ama bunca yılın kırgınlığını da bir anda atamazdım.
Derin bir nefes aldım, arama tuşuna bastım. Yorgun, umutsuz bir sesti duyduğum.
– Umudu aramaya İcap Bey’in gönlünü alarak mı başlasan? Ya da dilimizin açtığı yaraları sararken arayalım umudu.
– Ben de aynı şeyi düşünüyordum. Ama beni kabul eder mi dersin? dedi. Avrupa aksanı karışmış Türkçesiyle.
-Ne demişler “Allah yeniden başlayanların yardımcısıdır.”
– Hemen yola çıkalım o zaman. Saat kaçta geleyim? Aynı yerde misin?
Durdum, “Ben hep aynı yerdeydim.” dedim hafif tebessümle.
– Saat kaçta diye soracak mısın gerçekten?
Aynı anda “Martılar uyanmadan” dedik. İkimizin sesi de buğuluydu.
Telefonu kapatınca Cahid Mete ile olan tek fotoğrafımızı aramaya koyuldum. Belki de umudu bu fotoğrafta bulurdum.
Güzel şeyler hep martılar uyanmadan olurdu.