Bir mimarın, bir ressamın, bir yazarın, en çok da ilim aşkıyla not almak için kalemiyle kâğıt başında nöbet tutan bir talebenin sırdaşıdır o.
Kalemi elime alır almaz bütün gözler üzerimde, bütün kameralar bana müteveccih, bütün mikrofonlar kalemime uzatılmış gibi hisseden bir tek ben miyim? Yoksa bu his acemi yazarların veya yazmaya meraklı insanların hepsinin başına gelir mi?
Herhangi bir mevzu hakkında aklıma bir şeyler gelince –ki o anda gelen şeyler öyle ardı ardına geliyor ki- ses kaydı yapsam belki yazı bitecek. Bunları kâğıda dökmek için kalemi elime aldığımda daha ilk cümleden itibaren sair zamanda nerede olduklarını, ne iş yaptıklarını bilmediğim gönüllü eleştirmenlerim başımda bitiveriyor. Sanki memleketin bütün azılı eleştirmenleri “şunun yazısı bitse de acımasızca eleştirsek” diye yazımın bitmesini bekliyorlar.
Mesela onlardan biri şu anda kulağıma “daha iki satır oldu ‘bütün’ kelimesini ne kadar da çok kullandın! Senin de hiç kelime haznen yokmuş “diye fısıldıyor.
Halbuki yazmak, hayatın önemli yerlerinin altını çizmek gibi bir şey. Veya hayat denen videodan birkaç fotoğraf karesi. Yazacağın/anlatacağın mevzuyu ıskalayıp poz verme derdine düşmek, hayatın akışını kasıntıya çevirmek, bunalmak, kalemi terletmek gereksiz. Şöyle bir üstünü başını düzelt, biraz da tebessüm kâfi.
Fakat gel de bunu kendine anlat!
Bu hissi yaşamamda yanlışa tahammülü olmayan hatta dört tanesi yan yana gelince elindeki doğruyu almakla beni tehdit eden eğitim sistemimizin payı da az değil. Ancak ben yine de suçu başkasına atmayayım şimdi. Her ne kadar haklı olursan ol, suçu ve sorumluluğu başkasının üzerine atmak şahsiyet gelişiminin en büyük düşmanı. Bunun diğer adı “bahane” sanırım. Ahmed Mithat Beyefendiye özenip yazı arası bilgilendirmeye başladık, sadede dönelim.
Belki de bütün bu sebeplerden dolayı müsvedde kâğıtları daha çok sevmek lazım. Rahat rahat yazar, çizer, beğenmediğim yerin-ki çoktur- üstünü karalar, bir mühendis gibi üstünde çalışırım. Öyle ki iki dolu müsvedde kâğıdından temize çektiğimde üç dört satır çıkmadığı olur. Aslında bazı ifadelere de itiraz etmek lazım. Ne demek temize çekmek, müsveddeler kirli mi yani!
Müsvedde kâğıtlar, bir marangozun atölyesine benzer. Nasıl o güzelim, o nazik ince ahşap işlemeler o tozlu atölyelerden çıkıyor, asıl gayret orada sarf ediliyor, işin fikrî/nazarî ve tasavvur kısmı oralarda işleniyorsa yazının da asıl işçiliği müsvedde üzerinde cereyan ediyor. Ortaya çıkan eseri ışıltılı vitrinlere, parlak sayfalara taşımak, sergilemek, işin en kolay tarafı.
Müsvedde kâğıtları her derdini, üzüntünü, sevincini kolayca anlatabildiğin yakın arkadaşlar gibidir aynı zamanda. Onlarla konuşurken acaba yanlış bir şey söylersem bana kızar mı, beni rencide eder mi korkusu yaşamadan konuşur, her türlü halinizi anlatabilir, dertleşebilirsiniz. Ama pahalı kâğıtlar öyle mi? Onlar yüksek makamlarında son derece şık takım elbiseleri, fakat soğuk ifadeleriyle en ufak bir hata yaptığınızda veya iki kelam edip dert anlatmaya çalıştığınızda sizi azarlamaya teşnedir. Dert dinlemeye tahammülleri yoktur.
“Ne söyleyeceksen hemen, hem de düzgünce sesin titremeden takılmadan kompozisyona uygun bir şekilde söyle, işim gücüm var!” tavrında olan masanın diğer tarafındaki masa başı memur gibidirler. Teşbihimize işini layıkıyla yapmaya çalışanları istisna tuttuğumuzu da ekleyelim.
Hülâsâ yazıların asıl emekçileri müsvedde sayfaları. Bakmayın siz öyle renkli renkli, pırıl pırıl sayfalarda yayınlandıklarına. Misal bu, dertleşme bile bir müsvedde kâğıdın başını ağrıtıyor ama gıkı bile çıkmıyor mübareğin. Kâğıt mübarektir! Soyu asil çünkü. Ataları da dünyanın bütün kirli havasını alıp temizini veriyorlar da sesleri solukları çıkmıyor. Yeter ki açgözlü müteahhitlerin betonuna kurban edilmesinler, başka şikâyetleri yok!
Sözü fazla da yormayalım, bağlayalım. Peki, yazının başından beri arkadaşlığını medhettiğimiz, bıkmadan usanmadan dertlerimizi dinlemesini anlattığımız müsvedde kâğıtlarıyla işimiz bitince, yani yazacak yer ve hâl kalmayınca ne yapacağız?
Yazının bütün çilesini kendileri çektiği halde gösterimini zengin akrabalarının üzerinde yapılmasından zaten yeterince mahzun oluyorlar. Hatırasına hürmeten düzgün bir şekilde geri dönüşüm kutularına bırakarak onlara karşı olan vefa borcumuzu bir nebze olsun ödemiş oluruz.