Rahmetli dedem, ilkokul yıllarımda coğrafya bilgimin iyi olduğunu bilir ve zaman zaman, “Dünyanın en kısa günü, en uzun gecesi, senenin hangi dönemlerine denk gelir?” diye sorardı. Ben de her seferinde, coğrafya bilgime güvenerek, “Kuzey yarımküre için 21 Aralık, Güney yarımküre için 21 Haziran’dır.” şeklinde cevap verirdim. Dedem, ‘yanlış’ dercesine başını iki yana sallar ve: “En kısa gün ve en uzun gece, insanın kendisinde gizlidir.” derdi. Ben bu durumu, çocuksu aklımla, coğrafya ilmine saygısızlık olarak karşılar, bu yüzden de neden böyle söylediğinin sebebini bile sormaya lüzum görmezdim.
Altıncı sınıfa başlayıp 11-12 yaşlarında yatılı okula geçince, evimden ayrı ilk gecemin verdiği hüzünle, saatlerin bir türlü geçmek bilmediğini fark etmiştim. Hayatımın en uzun gecesiydi. Oysaki 21 Aralık’ın gelmesine daha çok vardı. Tatil günlerindeki geceler, okuldaki ilk geceme nazaran çabuk geçmiş, adeta yaz güneşine bırakılan kar tanesi gibi, o günler eriyip bitmişti. Bir fırsatını bulup dedeme sorduğumda, “En kısa gün en mutlu olduğun, en uzun gece ise bir derdin müptelası olduğun zamanın adıdır.” cevabını almıştım. Bu sözlerin manasını, 21 Aralık olmadığı hâlde saatlerin adeta duvara mıhlandığı, bir ırmak hayaliyle uzayıp gittiği gecelerde karanlığı parçalamak istercesine, keskin bakışlar fırlatan sokak lambalarının ışığında garip bir üzüntü ile arkadaş olduğum zamanlarda anladım.
Zaman, her insan için aynı olsa da, işleyişi bakımından çeşitlilik arz eder. Herkesin aynı anda mutlu olması veya aynı anda hüzne müptela olması düşünülemez. Zira sevinç de hüzün de insanda gizlidir. O yüzden, insanın kendisinde saklı olan en kısa gününü veya en uzun gecesini, müneccim ve muvakkitlerin bilme imkânı ve ihtimali yoktur. Boşa dememiş şair:
Şeb-i yeldâyı müneccim ve muvakkit ne bilir
Müptelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat