Bir insanın başka bir insan için yapabileceği en güzel işlerdendir dinlemek. Kalpler arasında bağ kurar. Bu bağ aslında büyük bir şanstır. Şans kelimesini özellikle kullandım, çünkü birini hakkıyla dinleyebilmek emek ister, fedakârlık ister. Bu sebeple dinlemenin olduğu ortamda anlatan da dinleyen de şanslıdır.
Dinlemek, konuşmaktan önce gelen bir meziyettir. Her zaman bu meziyete sahip olamayabiliriz. Fakat iyi birer dinleyici olamasa da herkesin “dinlemenin ciddiyeti” üzerine çalışması gerekir. Bu çalışma için, erken yaşlardan itibaren dinlenilmiş olmak lazımdır.
Dinleniyorsam hayatta bir yerim vardır, değil mi? Dinleniyorsam ciddiye alınıyorumdur, dinleniyorsam seviliyorumdur, dinleniyorsam kendime güvenebilirim… Büyükleri tarafından dinlenen çocuklar işte tam da bu yüzden çok şanslılar.
Asırlık kıssadan ömürlük hisse
Bir süredir dinleme eylemi ve bu eylemin çocuklar için ne kadar şifalı olduğu üzerine düşünüyorum. Bence çocukları dinlemekle ilgili en güzel misallerden biri, Mimar Sinan’a ait. Bilirsiniz o meşhur hikayeyi:
Selimiye’nin inşası devam ederken bir çocuk, Mimar Sinan’ın yanına gelir ve minarelerden birinin eğri olduğunu söyler. Koca mimar, bir çocuğa bakar bir de minareye. Sakalını sıvazlar ve gülümser. Ustabaşını yanına çağırır, minareyi iple çeke çeke düzeltmelerini söyler. Minarenin gövdesine halatlar bağlanır. Aşağıda, çocuğun işaret ettiği yerde durur ustalar. Mimar Sinan’ın emriyle “Ya Hak” deyip çekerler ipi. Sinan, çocuğa dönüp sorar:
– Düzeldi mi şimdi?
Çocuk kısar minik gözlerini, dikkatle bakar ve eliyle minareyi gösterip:
Mimar Sinan yine işaret eder, ustalar bir daha asılırlar minareyi. Mimarbaşı, gözlerinde şefkatli bir soru ile tekrar döner çocuğa. Çocuk, gayet rahat:
– Biraz daha çekmeleri lazım, dedi.
Yine işaret eder, ustalar bir daha asılır minareyi. Mimarbaşı, gözlerinde şefkatli bir ifadeyle tekrar döner çocuğa:
– Şimdi oldu. Bak, dümdüz işte.
Selimiye’nin sanatkârı Koca Sinan teşekkür eder çocuğa. Başını okşar, cebine biraz harçlık koyup uğurlar. İple minare düzeltilir mi? Elbette düzeltilmez. Ama sarayın baş mimarı Mimar Sinan, bir çocuğun lafıyla işi durdurup minareye ip sardırmış, ustalara güya eğri olan minareyi düzelttirmiştir.
Bu malum kıssanın bizlere öğretilen hissesi nedir peki? “Dedikodulara sebebiyet vermemek için gerekli tedbirleri almak gerekir.”
Evet, neredeyse bütün kitaplarda algı yönetiminin öneminden bahsederken Mimar Sinan’ın bu hikâyesi anlatılır. Peki, sizce de bu kıssanın hissesi bu mu? Mimar Sinan’ın tek derdi dedikoduları önlemek mi? Ahali, bir çocuk bir minareye, hem de Selimiye’nin minaresine, eğri deyince o minareyi eğri belleyecek kadar saf mı?
Gelin şu hikayeyi tekrar düşünelim. Hepimiz birer Sinan olalım. Yavuz Sultan Selim devrinden beri saray mimarıyız. Kanuni Sultan Süleyman devrinde muhteşem işler yapıp herkesin saygısını kazanmışız. Şimdi de Sultan İkinci Selim’in emriyle Edirne’de Selimiye’yi imar ediyoruz. Ve caminin avlusunda bir çocuk, bizim yaptığımız minareye “Bu eğri olmuş!” diyor. Ne yaparız?
Dürüst olalım. Biz, muhtemelen o çocuğu fark etmezdik bile. Bize ulaşamazdı. Ustabaşına bile duyuramazdı sesini. Diyelim ki ulaştı ve bizimle konuşmaya başladı. Onu duyar, fakat dinlemezdik. Anlamazdık. Kulak vermezdik sesine. Mahcup gözlerinde büyüyen fikri görmezdik. Haydi, oldu da bir şekilde bize düşüncesini söyledi. En iyi ihtimalle bir kahkaha atıp gönderirdik çocuğu. Kimin umurunda olurdu ki ufacık bir çocuğun düşüncesi? İnşa işlerini durdurup minareye ip bağlatmak mı? İşimiz gücümüz olurdu.
Çevir yüzünü ve kulak ver
Çevremizdeki çocukları düşünelim. Kaçını görüyor, duyuyor, dinliyoruz ve anlıyoruz? Anne-baba olmayabiliriz fakat bir çocuğun abisi, ablası, yeğeni, amcası, kuzeni, öğretmeni, komşusuyuz. Onları dinliyor muyuz?
“Anne bak, parmaklarımla at yaptım!” diyor çocuk. Biz: “Yemeğini yedin mi?” diyoruz.
“Baba, bugün ne oldu biliyor musun?” diyor heyecanla. Biz: “Dur, şimdi işim var.” diyoruz.
“Abla, birlikte oynayalım mı?” diyecek oluyor. Elimizdeki telefonu geçip bize ulaşamıyor bile bu soru.
Bu gibi durumlarda çocuklar şunu yapar: Anne-babasının, abisinin, ablasının vs. çenesinden tutar ve yüzünü kendine doğru çevirmeye çalışır. Çocuk, “Bana bak, beni dinle, değer ver”, demek ister.
Onlara en güzel yemekleri yapıyoruz. Güzel giysiler alıyoruz. Onları iyi okullarda okutmak için çabalıyoruz. Ama onlarla hayatı paylaşmıyoruz.
Çocuğa kendini anlatması için fırsat vermiyoruz. Fikirlerini, tasarımlarını, yaşadıklarını bilmiyoruz. Anlatacak olduğunda dinlemiyoruz. Çocuk gittikçe içine kapanıyor. Kapandıkça, içine attıkça, doluyor, taşıyor.
Oysa heyecanlarına kulak versek ve onların dünyalarına misafir olsak, yanlarında gündemimizi unutsak… Sevgi ve saygıyla, gözlerinin içine bakarak onları dinlesek… Onlara bir şifa kaynağı sunmuş olacağız. Dinlemek o kadar güçlü bir eylem ki onlarca kez sarılmaya, yüzlerce sevgi sözcüğüne bedel. Dinlemeyi her ihmal ettiğimizde aradaki bağa zarar vermiş oluyoruz.
Fark edelim
Dinlemek ne güzel şey. Aynı hayatı yaşadığımızın, birbirimizi fark ettiğimizin işareti. Lütfen çocuklarımızı fark edelim. Onların hayatına, hayallerine, hikayelerine, ilgilerine, korkularına, kaygılarına, öfkelerine, merhametlerine, ibretlerine, hikmetlerine, masumiyetlerine şahit olalım. Çocuğumuzu dinlemekle, ona dinlendiğini hissetirmiş olup onu dinlendirmiş (istirahat) oluyoruz. Dinlemek, çocuklarımız için bulunmaz bir şifa membaıdır.
Kalbe, ruha, akla, bugüne ve geleceğe şifa…