Şimdiki zaman İstanbul’unda, Çemberlitaş’ın karşısındayım. Sanki zaman içinde bir başka zamandayım. Üç ayrı devre, bir lahzada şahitlik ediyorum.
Bir taraftan Milyon Taşı tarafından gelen Bizans atlılarının geçişini görüyor; bir taraftan Bîrun kapısından çıkan sultanın maiyetindekilerle beraber ilerleyen atların nal seslerini işitiyor; bir taraftan da şimdiki zaman bilmecesinde, umursamaz bir şekilde çayını yudumlayanları izliyordum.
İstanbul, bir rüya şehir. Caddeleri, sokakları, tarihî dokusu, yaşanmışlıkları ve yaşanılacakları, hatta yaşanması mümkünken yaşanılmayanları ile bütün bir şehir. Âsude hayatlar görmüş, çileli yüzlere tebessüm ederek bakmış, şimdiki zamanda geçmiş zamanı yaşamış, çok yorulmuş, çok yıpranmış fakat hiç yüksünmemiş bir şehir. Medeniyetler görmüş, medeniyetlerle yaşamış ve sinesinde birçok medeniyeti eritmiş bir şehir.
Yeditepe üstünde zamanın gergef işlediği bu kadim topraklarda, her renk kendine bir yer edinmiş. Günler, aylar, yıllar derken asırlar, asırlar üstüne binmiş. İstanbul’u İstanbul yapan bu güzellikler silsilesi, zamanın bir tezahürü olarak karşımıza böylece çıkmış.
Güzel bir yemeğin damakta bıraktığı lezzet gibi, bir kez olsun kendisini görenlerde, unutulmaz hatıralar bırakmış bu kadim şehir. Bir de bu şehre, unutulmaz hatıralar bırakanlar olmuş. Kimi eseriyle, kimi şiiriyle, kimi mimarlığıyla, kimi adaletiyle, kimi de sanatıyla…
İstanbul sokaklarında gezerken, yolunuz, hiç şaşırmayacağınız şekilde Divanyolu’na düşebilir. Kadim şehir hatıralarından bir hatıra olarak Çemberlitaş’ı burada selamlayabilirsiniz. Çemberlitaş için kullanılan efsane bir anlayış var. Buna göre, şehre herhangi bir saldırı yapıldığında, saldıranlar; en fazla Çemberlitaş’ın bulunduğu yere kadar gelebilirler. Oradan öteye geçemezler. Bazı tarihî kayıtlarda ve rivayetlerde, Milyon Taşı için de aynı görüş yazılsa da daha baskın olanı, Çemberlitaş’tır. Bizanslıların bu görüşüne göre, Çemberlitaş’ın altında, kutsal emanetler de vardı.
Bizanslıların ekserisinin kabulüne göre; güya gökten bir melek inecekti. Melek, elindeki kılıcı, Çemberlitaş’ın hemen yanında o anda bulunacak olan fakir bir adama verip, Türkler, Bizanslılar tarafından İran civarındaki Monodendrio (Tek ağaçlı yer veya şehir manasına gelir) denilen yere kadar sürüleceklerdi.
Bütün bu hadiselere şahitlik ederken Çemberlitaş, belki de tebessüm ediyordu. Çünkü Sultan Fatih’in askerleri şehre girdiler, mukaddes bayrağı surlara diktiler, hem Milyon Taşı’nı hem de Çemberlitaş’ı sarıp sarmaladılar. Maksat güzel olunca, netice güzeller güzeli olmuştu.
Onlara yardım için ne gökten melek indi ne de bir fakire kılıç uzatıldı. Öyle ki bu düşüncenin, onlar için boş bir lakırtı olduğunu bizzat müşahade eden Bizans halkı, artık ümitlerini kesmiş, Ayasofya’ya koşuyorlardı.
Muhasaranın her saniyesini izleyen Çemberlitaş, tarihin bir acayip ve şahane işi olarak, ilk imparatorla aynı adı taşıyan son imparatorun çaresizliğine şahitlik ediyordu. Hatta bu imparatorların annelerinin adları bile aynıydı. Tarih, ne kadar da enteresan. İmparatorlar arasından süzülüp gelen Çemberlitaş, son imparatorun, bir kılıç darbesiyle devrilişini uzaktan görmüştü.
Tarihin kalem kalem yazılmış, harf harf dizilmiş, cümle cümle işlenmiş sayfalarında savaşlar, isyanlar, depremler, yangınlar vardır. İnsanoğlu bunları yaşar. Hayatın içinden, bizzat hayatın içine sirayet eden durumlardır bunlar. Zaman geçer, insanda izi kalır. Şehirler de insanlar gibidir. Canlıdır, hayattadır, nefes dahi alır. Yapılar da şehirler gibidir. Yaşarlar ve zamanın izlerini daima üzerlerinde taşırlar. Bir meydanın ortasındayken, bir sokağın arasına düşebilir yerleri. Her ne olursa olsun, onlar bir şehrin sinesinde nefes almaya devam edecekler, geçmiş zamandan gelip geleceğe gideceklerdir.
Nasıl Çemberlitaş oldu?
Birinci Konstantinos, imparator olduktan sonra Byzantion’u, Roma’nın yeni merkezi yapmaya karar verdi. Hummalı imar çalışmaları başladı; sokaklar düzenleniyor, yollar diziliyor, meydanlar elden geçiriliyordu. Büyükçe bir meydan olan Forum Konstanini’nin ortasında, erguvan renginde dokuz büyük bloktan oluşmakla beraber, blokların birleşme yerleri defne dalı biçiminde kuşaklarla kapatıldığı için tek parça gibi görünen bir porfir sütun yükseliyordu. Roma’dan getirilen bu sütun, baştanbaşa yenilenmiş bir şehrin merkezinde, dimdik duruyordu. Bu sütun, tarihin muhtelif dönemlerinde, bir dizi tehlikeler atlattı. Depremlere dayandı, isyanlara direndi. Türklerle ilk tanışması, 567 yılında oldu. Bu ilk temas, sonrasında gerçekleşecek uzunca bir beraberliğin ilk dokunuşuydu belki de. Büyük bir felaket daha bekliyordu sütunu; yangın. Devasa boyuttaki bu felakette, mermerleri zedelendi. Sultan İkinci Mustafa zamanında, bir dizi tamirattan geçti. Etrafına geçirilen demir çemberler yenilendi ve yangınlarda patlayan blokların düşme tehlikesi giderildi. O günden sonra adı, Çemberlitaş oldu.