Soyu Unutturan Adlar “Soyadları”

Asırlar boyu birbirinden kopmamış, akrabalığı ve yarenliği devam ettirmiş bir sülalenin, kabilenin, hanedanın mücmel kimliğiydi soy isimi.

Kendilerine has çevikliği, hızlılığı ve bulundukları coğrafi şartlara uyumlarıyla bilinen “Akhal Teke atları”; zekâsı, sadakati ve dayanıklılığı ile bilinen “Arap atları” yüzyıllardır kendi isimleriyle diğerlerinden ayrılarak, cinslerinin devamını sağlayabiliyorlarsa bu süreçte onlara emek verenle ne kadar övünseler azdır. “Karagül’ün eti çok güzeldir.”, “Herik’in sütü lezzetlidir.” diyebiliyorsak, uzun tarihi süreçte bu cins koyunların korundukları ve onu koruyanların buna değer verdiklerini gösterir. Yine bugün bir tutam “naneyi” çayımıza atıp lezzetini alabiliyorsak, diğer ot türleri arasına karışıp gitmeyen onda emeği olanlara hayır dua etmek üzerimize bir vazifedir.

Hayvanlar ve bitkiler gibi insanlar da diğerlerinden ayrılmak, diğerleri arasında kaybolup gitmemek, benzer özelliklerini devam ettirmek ve sahip oldukları değerleri kendilerinden sonra gelecek nesillere aktarabilmek için kendilerini diğerlerinden ayıran isimler alırlar. Ve bu isimleri benimser, kendinden sonra gelecek nesiller için korurlar. Bu durum büyük halk kitlelerinden oluşan milletlerin dinlerini, dillerini ve inançlarını devam ettirebilmeleri için böyle olduğu gibi, küçük ailelerin isimlerini, neseplerini ve aile kültürü gibi nispeten küçük tarihi miraslarını, yeni gelen üyelere intikal ettirebilmeleri için de böyledir. Nesilleri korumak ve değerleri bu yeni gelen nesillere intikal ettirebilmek için ailelerin sülale veya “soy” adı olarak kullandıkları unvanlar bu noktada değerlidir. Her ne kadar ilk duyulduğunda bazı ailelerde isimler kulağa farklı gelse de bu unvan çekirdek aileye değil, birbiriyle akrabalık bağı olan bir sülaleye aittir.

Toplumumuzda daha çok kasabalarda, köylerde hemen herkesin birbirini asalet unvanından tanımaları, kendi aile adaplarını diğerlerinden ayırmak için yaptıkları birer tanımdan ibarettir. “Nerelisin?” sualinden sonra, size tevcih edilen ikinci soru mutlaka “Kimlerdensin?” dir. Bu sorular tanımlamayı yapmak isteyen kişi nezdinde çok önemlidir. Soyadı kanununa kadar insanları iyisiyle kötüsüyle birbirinden ayırmak için yapılan bu tanımlamalar, asayişten sosyal ilişkilere, oradan da aileler arasında yapılan yardımlaşmalara kadar, sosyal hayatın bel kemiğini oluşturuyordu.

Asırlar boyu birbirinden kopmamış, akrabalığı ve yarenliği devam ettirmiş bir sülalenin, kabilenin, hanedanın mücmel kimliğiydi soy isimi. Tıpkı “at” ve “koyunda” olduğu gibi özelliklerin sürekliliği, “nanede” olduğu gibi diğerleri arasında kaybolup gitmemek için vardır. Hedef aynı ilişki yumağı içerisinde özlerinin devamını sağlamaktı. Soy isimler insanları “yaftalamak” için değil, onları “tanımlamak” içindi.

Mekteplerde Peygamberimizin yirmi bir nesil sonraki dedelerinin neseplerinin öğrenilmesi, o mübarek şecerenin ve Peygamberin gerçek değerini anlayabilmek için takip edilen yollardan biriydi.

Akrabalık ilişkilerinde mekân

Geçmişimizde aile bağlarının ve asalet kültürünün bu denli güçlü olmasının en mühim sebepleri arasında elbette ki aynı mekânı paylaşmanın önemi büyüktü. Yirmi odalı devasa konaklar ve bir arada yaşayan dede, nene, torun, amca, hala… Bu kadar geniş bir ailede nesiller arası kültür transferi son derece rahat olduğundan aile ve akrabalık bağları da çok güçlü olurdu. Beraber yaşamanın ve paylaşmanın, yeri geldiğinde fedakârlık yapmanın, kendini başkasının yerine koyabilmenin hazzına varılırdı. Dede ve torun aynı mekanı palaşır, dedenin maddi manevi meselelere karşı beslediği duygulara torun bizzat şahit olur ve aynı şeylere aynı duyguları o da beslerdi. Bütün bunların fevkinde bir arada beraber yaşamanın belkide en büyük kültürel avantajı, torunun dededen hatta dedenin babasından aldığı kültürel mirası kendinden sonraki kuşaklara aktarabilmesiydi.

Yakın geçmişimizde aile, onun etrafında gelişen ve korunan soy kültürü böyle korunup geliştirildiği için savaş, afet gibi çok zor zamanlarda bile aileler kaybolup gitmezdi. Şimdilerde çekirdek aileye döndük. Ne o devasa konaklar var, ne konak kültürü ne de değer verilen güzel hasletlerin devamı için gayret… Çoğu nesil hangi soya mensup olduğunu bilmediği gibi, kendinden olan değerlerin farkında olmadığı için, kendini yok edebilecek değerleri diğerlerinden de ayıramıyor.

Mekteplerde Peygamberimizin yirmi bir nesil sonraki dedelerinin neseplerinin öğrenilmesi, o mübarek şecerenin ve Peygamberin gerçek değerini anlayabilmek için takip edilen yollardan biriydi. Selçuklu ve Osmanlı’da Peygamberimizin torunlarının (ki seyyidler ve şerifler diye müsemma olunurlar) kaydının tutulmasının sebebi ise hassasiyet gösterilen “sünnetullahın” her noktada değerini bilmek için düşünülen vesilelerden biriydi. O asil ailede karışıklık ve düzensizlik Peygamberimizin ve onun sünnetinin değerinin azalabileceği manasına gelebilirdi. Nitekim Selçuklu ve Osmanlı sırf bu işle vazifeli memuriyetler ihdas etmiş ve bu memuriyete nakîb’ül eşrâf adını vermiştir. Genetik ilminin tespitine göre insanda asırlarca korunan “genler” bulunur, onun için atalarımız “asıl azmaz, bal kokmaz” demişler. Bütün bunlar gösteriyor ki içinde, “kavmiyetçilik, küçük düşürme, alaya alma ve şovenizm” olmayan asalet duygusu çok mühimdir.

Soyadı kanunu ve tatbikatı

1934 tarih ve 2525 No’lu Soyadı Kanunu’nun 3. maddesi aynen şöyleydi. “Rütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleriyle umumi edeplere uygun olmayan veya iğrenç ve gülünç olan soyadları kullanılmaz.” Ancak bu maddenin gerçek manası anlaşılamamış ve tatbikatında ifade ettiği hiçbir manaya uyulmamıştır. Çünkü nesebi ortadan kaldırma maksadıyla konulmamış olan bu madde, uygulamada toplumumuzda kapatılamaz yaralar açmıştır. Burada kastedilen yabancı ırk ve milletten kastedilen belki Rus, Fransız gibi yabancı ırk isimleriydi. Lakin 6 ay sonra kanunun tatbikatı için çıkarılan nizamnamenin 5. maddesi, “Yeni takılan soyadları Türk Dili’nden alınır” diyerek bu umudu boşa çıkarmıştır. Nitekim asırlar boyu Türkçeye yerleşerek ailelere ad olmuş nice Türkçe kökenli olmayan kelimeler, bu maddeye istinaden reddedilmiştir. Ama gelin görün ki yine bu dönemde verilen umumi edebe uygun olmayan, gülünç hatta iğrenç soyadları bugün bile hala kullanılmaktadır.

“Soyadların” Türkçe olacağının va’z edilmesi Arap, Fars, Gürcü gibi farklı neseplere mensup olanların, asıl aile isimlerini alamamalarına neden olmuştur. Bu arada “zâde” gibi aidiyetlere izin verilmemiştir. Bir memuriyeti ifade eden isimler, velev ki o memuriyet lağvedilmiş olsa bile, kabul görmemiş.

Bununla ilgili olarak mahut tarihte bir çok hadise cereyan ettiğini sizler de biliyorsunuz. Ancak bunlardan bir tanesini size hikâye etmek istiyorum. “Vezirzâde Hacı Ali Efendi” adında köylünün biri, soyisim almak üzere kalkıp Tirebolu Nüfus İdaresine gider. Memura “benim soy ismim Vezirzâde” der. Memur “zade” gibi aidiyetin soy isim olamayacağını söyleyince, o zaman “Veziroğlu” olsun der. Memur, “Osmanlı’da önemli bir memuriyeti ifade eden, dahası lağvedilmiş devletin bir kurumuna atıfta bulunan vezir kelimesinin asla soy isim olamayacağını” söyler. İsminde bulunan hacı ve efendi unvanlarının da ilgili nizamnamede yasak olduğunu hatırlatır. Neticede “Yıldız” ismi üzerinde anlaşırlar. Yaşlı amca “Vezirzâde Hacı Ali Efendi” olarak girdiği Nüfus İdaresi Kapısından “Ali Yıldız” olarak çıkar.

 

Exit mobile version