Su vakfiyeleri, Osmanlı Devleti döneminde. Türk-İslam mimarisini şekillendiren unsurlardan biri olmuştur. Devlet adamları, âlimler, padişahlar, valide sultanlar ve padişah kızları, su hayrı yapmak, su vakıfları kurmakta âdeta birbirleri ile yarışmışlardır.
İnsanları etrafında toplayan, uğruna savaşlar verilen, hayat için en önemli madde ve anâsır-ı erbaadan olan su, insanlık tarihi boyunca edebiyattan mimariye birçok alanda sanata yön vermiştir. Gözlerinizi kapatıp bir İstanbul günü veya resmi hayal etseniz, birçoğunuzun gözünde canlanacak resmin içinde muhakkak suya dair bir yapı; sebil, çeşme, su kemeri yahut sarnıç yer alacaktır.
Allâhü Teâlâ, Enbiyâ Sûresi’nin 30. âyet-i kerimesinde, “Biz, hayatı olan her şeyi, sudan yarattık.” buyurarak hayat ve hayata dair her şeyin su ile başladığını beyan etmiştir.
Sa’d bin Ubâde (r.a.) Hazretleri şöyle demiştir: “Resûlullah’a (s.a.v.), ‘Yâ Resûlallah! En faziletli sadaka hangisidir?’ diye suâl ettim. ‘Bir kimseye, içmesi için su vermektir.’ buyurdular.”
Bu ve benzeri hadîs-i şerîfleri rehber edinen Müslümanlar, İslam’ın ilk yıllarından itibaren su hayrına çok ehemmiyet vermişlerdir. Hazreti Osman’ın (r.a.), Rûme kuyusunu satın alıp Müslümanlara vakfetmesi, bunun en güzel örneklerindendir.
Su vakfiyeleri âdeti, sonraki yıllarda da devam etmiş, özellikle Osmanlı Devleti döneminde Türk-İslam mimarisini şekillendiren unsurlardan biri olmuştur. Devlet adamları, âlimler, padişahlar, valide sultanlar ve padişah kızları, su hayrı yapmak, su vakıfları kurmakta âdeta birbirleri ile yarışmışlardır. Meşhur Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin talebelerinden Ataullah Efendi, vakfının su ile alakalı kısmında bir sebil yapılmasını istemiş, yaz mevsiminde gelip geçenlere buzlu veya karlı su dağıtılmasını vasiyet etmiştir. Suyolları, çeşmeler, şadırvanlar, su dolapları, bentler, su köprüleri, sarnıçlar, hamamlar, havuzlar, sebiller, Osmanlı mimarisinin şâheserlerinden olmuşlar ve hâlâ ecdadımızın hayır hassasiyeti ile ilgili bize önemli mesajlar aktarmaktadırlar. Su ile alâkalı bu hayır abidelerinden yazımıza konu olan, sebillerdir.
Sebil, Arapça bir kelime olup yol manasına gelir. “Fîsebîlillâh” yani “Allah yolunda, Allah rızası için” yoldan geçenlerin su ihtiyacını karşılamak maksadıyla inşa edilen yapılardır. Fîsebîlillâh tabiri zamanla kısalmış “sebil” lafzıyla ifade edilegelmiş ve lisanımıza bu şekilde yerleşmiştir. Bu tarif, ilk başta akla çeşmeyi getirse de aralarında fark vardır. Çeşme, daha çok bireysel kullanım amaçlı olan basit su yapıları anlamına gelirken sebil, hayırseverler tarafından Allah rızası gözetilerek hayır için yaptırılan ve ücretsiz içme suyu dağıtılan binaları ifade etmektedir. Hatta sebil için kısaca hayrat çeşmesi de denilmiştir.
Türk mimarisine özgü oluşuyla diğer su yapılarından ayrılan sebillere, Osmanlı’da; daha çok Kahire, Kudüs ve İstanbul’da rastlanır. İstanbul’daki 120-130 civarındaki sebilden günümüze yalnızca 67 tanesi ulaşabilmiştir. Bilinen ilk sebil, Şeyhülislam Efdalzâde Hamidüddin Efendi’nin yaptırdığı sebildir, fakat günümüze ulaşamamıştır. Günümüze ulaşan en eski sebil yapısı ise bugün Vefa’daki 1565 tarihli Hüsrev Kethüda, diğer adıyla Ekmekçizâde Ahmet Paşa Sebili’dir. Günümüzde restorasyonu yapılabilen az sayıda İstanbul sebillerinin neredeyse tamamı, amacının dışında; büfe, kafeterya veya kitap satış noktası olarak kullanılmaktadır.
Yaygın olarak Su Kasidesi olarak bilinen Fuzûlî’nin Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) medh için yazdığı Der-Na’t-ı Hazreti Nebevî şiirinde;
“Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dôstlar
Kûze eylen topragum sunun anunla yâra su” diyerek Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) su verilen kap olmak isteğini dile getirmiştir.
Beytin manası: Ey dostlar, eğer el öpme arzusuyla ölürsem, toprağımı testi yapın ve sevgiliye onunla su verin.
Sebilleri bulundukları yere göre bir yapı ile bitişik görebiliriz. Genellikle bir mektep, türbe ya da çeşmeye birleşiktir. Mektebe birleşik olanlarına sebîlküttâb denilir ki bunlar; üst katlarında sıbyan mektepleri, altlarında da sebil olarak tasarlanmışlardır. Üstünden ilim, altından soğuk sular ve şerbetler akan bu yapılar, âdeta maddenin gıdası olan su ve mananın gıdası olan ilm-i İlâhî’yi cem etmişlerdir.
Yapılış tarihlerine göre Klasik, Lale Devri, Barok-Rokoko ve Ampir olarak 4 farklı mimari dönemde incelenen sebillerin temel yapı malzemesi mermerdir.
Bulundukları konuma göre pencere, köşe, cephe ya da abidevi (müstakil) sebil olarak adlandırılırlar. Pencere sebili, bir duvar yüzeyine açılmış bir veya birkaç pencereden oluşurken, köşe sebili, cadde ve sokak köşelerindeki en basit şekilli yapılardır. Cephe sebili, çeşitli binaların veya hayır kurumlarının cephelerinde yerlerini alırlar. Biz, daha çok abidevi (müstakil) olanları biliriz ki bunlar dörtgen, çokgen veya yuvarlaktır. Önce alçak bir mermer duvar ile başlar, duvarın üstünde yine mermer sütunlar, sütunlar arasında bronz, tunç veya mermerden şebekeler, kornişler, kitabeler ve saçaklardan meydana gelirdi. Bu kitabelerde ekseriyetle: “Biz, hayatı olan her şeyi sudan yarattık.” [Enbiyâ Sûresi, âyet 30] âyet-i kerîmesi veya “Sadakaların en makbulü su ikram etmektir.” hadîs-i şerîfi gibi, su dağıtmanın faziletine dair ibareler yazılmıştır.
Yeni Camii Sebili Kitabesi (Hattat Sami Efendi)
Ümm-i pür cûd-i Mehemmed Hân kim,
Zâtidir âlemde zü’l-kadr-i celîl.Fî sebîlillah, bünyâd eyledi
Râh-i Hak’da böyle bir âlî sebîl.Teşnegân îçün Cinan’dan muttasıl
Akdı ol mîzâba âb-ı Selsebîl.Kimseye olmaz müyesser dünyede
Böyle çeşme, böyle bir hayr-ı cemîl.Sa’yi meşkûr ôluben, Hak Hazreti,
Vîre Ukbâ’da ucûrât-i cezîl.Ânın itmâmın görüp târih içün,
Dedi hâtif: ”Kâne hayran fî sebîl, 1074.”
(Mehmed Hân’ın cömertlikle dolu, büyük değere sahip olan annesi, Allah yolunda, hayrına böyle yüksek bir sebili yaptırdı. Susayanlar için bu çeşmenin oluğuna aralıksız olarak Cennet’den Selsebîl suyu aktı. Dünyada kimse böyle bir çeşmeyi ve güzel hayrı kolaylıkla yaptıramaz. Bu gayretinin makbul sayılarak, ebedî âlemde Cenâb-ı Hak’dan karşılığını fazlasıyla alacağı umulur. Tarih düşürmek için, bu sebilin tamamlandığını gören hâtif der ki: “Sebîlde hayr husûle geldi, 1074”.)
Bu sebillerin açılışlarında veya Ramazân-ı Şerîf, kandil ve bayram günlerinde, sebillerden su yerine bal şerbetleri veya meyve suları akardı. Bu şerbet ve meyve suları ya dışardan getirilir, sebillerin içindeki musluklu küplere konularak dağıtılır veya orada hazırlanırdı. Bu da yine aynı musluklu küplere, soyulup hazırlanmış meyveleri doldurmak, üzerine toz şeker serpmek ve biraz su ilave etmek suretiyle yapılırdı. Buna tükenmez denilirdi. Zira suyu azaldıkça, ilave edilir ve musluklardan meyve suyu akmaya devam ederdi. Hatta Valide Turhan Sultan sebilinde Ramazân-ı Şerîf gecelerinde halka Atina balından şerbet dağıtılırdı. Ayrıca vâkıfe, fiyatı ne olursa olsun, bu uygulamadan vazgeçilmemesini istemişti.
Sebilin, maşrapaların ve küplerin temizliği, sebilcilerin göreviydi. Bazı sebillerin yanında sebilciler için odalar olurdu.
Bugün bir yerlere yetişme telaşı içinde fark etmeden yanından geçtiğimiz güzide sebiller, bir zamanlar insanların etrafında toplandığı, durakladığı, gıdalandığı, sosyal hayatın en canlı noktalarıydılar.
Bir Sebil Hikayesi
Rivayete göre, Sultan II. Mustafa’nın annesi Gülnuş Valide Sultan, Azapkapı civarından geçerken ufak bir çeşmenin başında bir kızın testisi kırıldığı için ağladığını görür. Para vermek ister, kız kabul etmez ve şöyle cevap verir: “Kırılan testiye değil, su götürmeyi beceremediğime ağlıyorum.” Cevabı çok beğenen Sultan, ailesinin izniyle bu kızı saraya alır. Büyüdüğünde Sultan II. Mustafa ile evlendirilen bu kız, Saliha Sebkatî Sultan’dır. Oğlu I. Mahmud’a hamileliği sırasında bu anısını anımsayıp o küçük çeşmenin yerine, muhteşem bir sebil yapılmasını arzular. Bu arzusu, oğlu Sultan I. Mahmud tarafından gerçekleştirilir ve Saliha Sebkatî Sultan sebil-çeşmesi yaptırılır. Hikayede gerçek dışı detaylar olabilir, tümüyle hayal ürünü de olabilir ama bahsi geçen sebil-çeşme, bütün gerçekliğiyle Galata-Arap Camii mahallesinde, önünden geçenleri izleyip eski günlerini özlemekte.