Vakit, gece yarısıydı. Aslında bu saatlerde dışarıya pek çıkmam. İkindi güneşi devrilmeye başladığı saatlerden itibaren, çoğu zaman gece yarılarına kadar hat meşk etmekle meşgul olurum. Ama daha önce bir kitabet hocasının önünde diz çökmedim. Yıllarca aramama rağmen, etrafımda bu işin ehli birini bulamadığım için kitaplarda, yazmalarda yazılanlara bakarak, üstat olmaya çalışıyordum. Hâliyle bugüne kadar henüz usulüne uygun bir harf bile yazamamıştım. Bu akşam, evde uzun zamandır yazmaya çalıştığım harfi bitirmeye uğraşıyordum. İşin içinden çıkamamış olmalıyım ki, kendimi bir anda dışarıda avare avare gezinirken buldum. Evden ne kadar uzaklaştığımı bilmeden yürüyüp giderken gökyüzünde altın tepsi gibi parlayan ayın yüzünde dünya haritasına benzer bir yansıma görünce, vaktin bir hayli geç olduğunu anlayıp geri dönmeye karar verdim, ama burası daha önce geldiğim bir yere hiç benzemiyordu. Geçmiş zamanlardan kalma bir mahalledeydim sanki. Tarihin uzunca bir dönemine şahit olmuş camisi, ahşap binaları, Arnavut kaldırımlı sokaklarıyla zamana karşı bir yolculuğa çıkmış gibiydim. Nerede olduğumu kesinlikle bilmiyordum. Birkaç saat durmadan yürümüş olsam da evden bu kadar uzaklaşamazdım. Galiba kaybolmuştum. Kaybolma düşüncesi aklıma düşünce en küçük bir hışırtı, çok uzaklardan, gecenin koyu karanlığına karışarak gelen araba sesleri, kulağımda uğuldamaya başladı ve bende daha önce başıma gelmemiş bir korku peyda etti. Havada sonbahar serinliği olmasına rağmen susamaya başladım. Az ileride camlarından ışıklar sızan bir dükkân gördüm. Bu saatlerde sadece dinlenme tesisleri açık olurdu. Buralarda bir dinlenme tesisi yoktu, yine de hem yolu sormak hem de bir bardak su istemek için o tarafa yöneldim. Açık kapıdan içeri girdim. İçeride orta boy bir masa üzerinde iki küçük tepecik gibi görünen gözlüklerinin ardında gözleri akşam kızıllığına boyanan bir adam vardı. Selam verdim, başıyla mukabele ederek yer gösterdi. Elindeki işini bitirince büyük bir bardakla su ikram etti.
– Bu serin havada su istediğimi nasıl anladınız?
– İçinde bir yangın olmasaydı, yolun buraya düşmezdi.
Duvarlarda nefis hat levhaları vardı. Odanın içi onlarca farklı kalemden çıkmış hat sergisine benziyordu. Biraz önce tamamladığı son levhayı da duvara astı. Fuzûlî’nin
Ohşadıbilmez gubârını muharrir hattına
Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su
beyti yazıyordu. Bu meçhul adamın gözlerindeki yorgunluğun ve dükkânın bu saate kadar açık olmasının sebebini şimdi daha iyi anladım. Müsaade alıp duvardaki diğer levhaları inceledim. Fuzûlî’den Nedîm’e, Hâfız-ı Şîrâzî’den Seyyid Nigârî’ye, İmrü’l-Kays’tan Ferazdak’a her şairden bir berceste beyit olacak şekilde birçok levha hazırlanmıştı. Sadece bir beyit, diğer beyitler bir kere yazılırken, odaya giren herkesin görebileceği şekilde yedi farklı köşeye asılmıştı ve bunun yazıları, diğerlerine göre bana daha mükemmel geldi.
Geçme namert köprüsünden ko aparsın su seni
Yatma tilki gölgesinde ko aslan yesin seni
Bu levhaların hepsinde beytin hemen üzerinde “Cömert olmayan bahîl âdem koyuver kendini.” şeklinde bir not vardı.
– Diğer beyitlerin edebi değeri daha yüksek olmalarına rağmen, neden sadece bu beytin yedi kere yazıldığını merak ettiniz galiba.
Doğrusu merak etmiştim, ama kaybolduğum bir yerde başkasının bir hikâyesini merak etmek, bana tuhaf geldiği için bir şey soramadım. Merakımı anlamış olmalı ki anlatmaya başladı:
– Küçük yaşlardan beri hat sanatı ile uğraşırım. Vaktiyle bu civarda kendisinden ders aldığım hocam ve ben vardık sadece. Sonra bu işle uğraşanlar çoğaldı, ama kimse bizim seviyemize çıkamadı. Bu da hasetçilerimizin çoğalmasına sebep oldu. Gelip bizden bu işin sırrını öğrenmek yerine hocamla benim aramı bozup kendilerini ön plana çıkarmaya çalıştılar. Gidip beni hocama, sonra gelip hocamı bana şikâyet edip durdular. Her defasında bunların hilelerini boşa çıkardık. Bir gün hat sanatının incelikleri ile alakalı bir program tertip edildi. Ben o sıralar Nesih meşki çalışıyordum. Program ortasında güya anket yaptıklarını söyleyerek “Sülüs mü? Nesih mi?” sorusunu sordular. Herkes kendi görüşünü söylüyordu. Hocamın “Sülüs” cevabına mukabil, o sıralar Nesih ile meşgul olduğum için, “Nesih” cevabını verdim. Hocamla ilk defa ihtilafa düştüğümü görenler, bunu fırsat bilip beni destekler mahiyette, “İhtiyar adam ne kadar bilecek ki, tabii ki genç arkadaşın dediği gibi Nesih olmalı.” dediler. Daha bunun gibi gururumu okşayacak birçok laf ettiler. Aslında hocama karşı bir görüş olarak söylememiştim. Sadece kendi görüşümü ifade etmek istemiştim, ama bir anda kendimi omuzlarda, hocamı yuhalayanlardan olarak buldum. Olaylar nasıl buraya geldi bilmiyorum, yanımdakilerin de kışkırtmasıyla hocamın kalbini kıracak çok söz söyledim. Evladı olarak gördüğü birinden böyle şeyler duymak onu çok üzdü. Kısa sürede hasta oldu, artık kalem tutamıyordu. Onu son gördüğümde pişmanlığım son haddine varmıştı. Yüzümü sürüye sürüye helallik istedim. “Namert köprüsünden bir daha geçme, cömert olmayan bahîl adamlardan uzak dur.” dedi. Bu, bana son sözleri oldu. Hakkını helal etti mi, etmedi mi bilmiyorum. Cenazesi ortada kalmasın diye, güya benim yanımda görünenlerden kefen parası olarak borç para istedim, hepsinin de hâli vakti yerinde olduğu hâlde, kimse bir kuruş yardımcı olmadı. Aramızı kattılar, ama hiçbiri meydanda yok şimdi. Onlar, bizim en iyisi olduğumuza inanmış olsalardı, şimdi herkesin sadrı âbâd olurdu, ama onlar sadece ikna olmuşlardı, inanmamışlardı. O yüzden benim de sana tavsiyem olsun delikanlı, ikna edilmişlerle değil, inanmışlarla yol arkadaşlığı yap.
Hat sanatının başı sabır, hürmet ve hocaya güvendir. Güvenden kastımız, “O, bu işi yapmaz değil, o bu işi yapıyorsa elbette bir bildiği vardır.” diyebilmektir.
– Başınıza gelenlere çok üzüldüm. Peki, sizin yetiştirdiğiniz bir öğrenciniz var mı?
– Hayır. Hat sanatının başı sabır, hürmet ve hocaya güvendir. Güvenden kastımız, “O, bu işi yapmaz değil, o bu işi yapıyorsa elbette bir bildiği vardır.” diyebilmektir. Maalesef kimse birbirini tanımak için bile sabretmiyor artık. Herkes bir hevesle geliyor, ama daha bir harf yazamadan gidiyor. Yola ve yolculuğa sabredemeyenin bu işe hiç sabrı olmaz.
– Ben de uzun zamandır hat sanatı ile uğraşıyorum, ama etrafımda bu işin ehli olan biri olmadığı için kendimi geliştirme fırsatım olmadı. Henüz birbirimizi tanımıyoruz, kabul ederseniz, ben size öğrenci olmak isterim. Yalnız bu yolculuk meselesini anlayamadım.
– Birbirimizi tanımadığımızı söyledin. Buralarda insanlar, birbirini en iyi yolculuklarda tanır.
Belki de yolumun buralara düşmesinin hikmeti buydu. Yıllardır aradığımı bulmaya arada engel sadece bir yolculuksa, daha önce çok uzun yol yolculuğu yaptım, bu kadarını yapabilirdim elbette. Daha fazla düşünmedim.
– Ben bu yolculuğa çıkmak istiyorum.
– Pekâlâ, olur, ama hem yol, araçla gidilmeyecek kadar yokuş ve çok uzak hem de sen benimle yolculuğa sabredemezsin. Bunu bilmeni isterim.
– Merak etmeyin efendim, ben sabırlı biriyimdir. Size herhangi bir soru bile sormadan, bir rahatsızlık vermeden arkadaşlık yapanlardan olurum.
Yola çıktık. Ben Karadeniz’in, yuvarlandığınız zaman durma ihtimalinizin neredeyse sıfır olduğu dik yamaçlı köylerinde büyüdüm. O yokuşlardan sırtımda kendi ağırlığımda yükle çıkıp indiğim zamanlar oldu, ama bu yokuşta tutunacak bir yeri olmayan kayaya tırmanıyor gibiydik. Ortalık bazen birden aydınlanıyor, hiç hesap etmediğim zamanlarda gece karanlığına dönüyordu. Burada adeta zaman kavramı yoktu. Ne kadar yürüdük bilmiyorum, dilim damağıma yapışmıştı. Yol ikiye ayrıldı. Tabelalardan anlaşıldığına göre aynı yere çıkıyordu, ama biri diğerine göre daha uzundu. Uzun yola yöneldiğini görünce dayanamadım:
– Aynı yere çıktığı hâlde yolun kısası ve kolayı varken neden uzun yoldan gidelim ki?
Cevap vermedi, ardına bile bakmadan uzun yoldan devam etti. Ben yolların birleştiği noktaya ondan önce varıp biraz dinlenmek için kısa yoldan gitmeye karar verdim. Daha adım atar atmaz önüm, ardım her yer karardı. Gök gürlemeleri, korkunç sesler, fırtınalar, ayağıma batan dikenler derken başıma gelmeyen kalmadı. Bitkin bir hâlde yolların birleştiği noktaya vardığımda benden daha önce geldiğini gördüm. Bir şey söylemedi. Benim de tek kelime konuşacak hâlim kalmamıştı. Yürümeye devam ettik. Daha önce en korkunç hikâyelerde bile dinlemediğim, en korkulu filmlerde bile izlemediğim tenha yerlerden geçtik. Orman ile bozkırın birleştiği bir noktada etraftan topladığı taşlarla çeşme yaptı ve kanallar kazarak uzak dereden oraya su bağladı.
Rüya mı görmüştüm? Hayır, bir rüya bu kadar gerçek olamazdı. Başıma şaşırtıcı başka neler gelecek acaba?
– Böyle kuş uçmaz kervan geçmez, insan ayağının değmediği, ıssızlıkta kendisini bile unutan bir yer için çeşme yapmaktansa yolumuza devam etmiş olsak daha iyi olmaz mıydı?
Yine cevap vermedi. Tek kelime etmeden sudan birkaç yudum içti, sonra yolumuza devam ettik. Attığımız her adım, yeni bir dünyaya açılıyor gibiydi. Her adımda şaşkınlığım ve hayretim bir kat daha artıyordu. Epey yürüdükten sonra üzerinde gözüme çok sağlam görünen bir köprünün yapıldığı coşkun akan bir derenin kenarına geldik. Ben köprüden geçmek için o tarafa yönelirken onun, elbiseleriyle yüzerek karşıya geçmeye çalıştığını görünce benimle alay ettiğini düşündüm artık.
– Burada kocaman bir köprü varken yüzerek karşıya geçmek akıl kârı mıdır?
Yolculuğa başladık başlayalı ilk defa konuştu.
– Ben sana benimle yolculuğa sabredemezsin demedim mi? Bu üç oldu. Artık yollarımız ayrılıyor. Çölde yürümek nasıl ki Mecnun işiyse, burada yürümek de sabırlı adamın işidir. Aradığın neyse bulacağın da odur. Hadi uğurlar ola.
Bir şey diyemedim. Haklıydı. Sözümü tutamamıştım. Şimdi merak ettiğim soruların cevabını nasıl bulacaktım, en önemlisi buradan nasıl gidecektim? İçimden geçenleri tahmin etmiş olmalıydı.
– Merak etme, üzerinde bulunduğun köprü birazdan yıkılır zaten. Su, seni istediğin yere götürür. Yolun sonunda aradığın cevapları bulacaksın.
Sözünü bitirir bitirmez, sağlam zannettiğim köprü, büyük bir gürültüyle sulara gömüldü. En son, akıntı ile mücadele ederken yorulup kendimi suyun akışına bıraktığımı hatırlıyorum. Kendime geldiğimde kaybolduğumu ilk fark ettiğim noktadaydım. Vakit yine gece yarısıydı. Hat dükkânını aradım, bulamadım. Sabah olunca orada bulunan herkese sordum. Burada böyle bir dükkânın olmadığını söylediler.
-Evlat, buranın en eskisi benim. Neredeyse kırk senedir buradayım. Burada senin aradığın, sorduğun gibi bir yer yok.
Rüya mı görmüştüm? Hayır, bir rüya, bu kadar gerçek olamazdı. Başıma şaşırtıcı başka neler gelecek acaba? Yolu öğrenip bana çok uzun gelen dolambaçlı yerlerden geçerek eve geldim. Kapıda bir kurye vardı. Oysaki herhangi bir sipariş verdiğimi hatırlamıyordum. İçeri girip üzerimi bile değiştirmeden paketi açtım. Önce bir mektup çıktı.
“Çölde yürümek nasıl ki Mecnun’un işidir, buralarda yürümek de buna benzer. Aradığın neyse bulacağın da odur elbet. O yüzden tekâmüle ermeden bu yollara çıkılmaz. Yol boyunca merak ettiğin soruların cevapları şunlardır:
• Yol ayrımında uzun yolu seçtim, çünkü kısa yol demek, kolaylık demek değildir. Hatta kısa yol, çoğu zaman daha tehlikelidir. Kısa yoldan kazandığını zannederken her şeyini kaybedenler, sana misal olsun.
• Issız, tenha, insan ayağının değmediği bir yere çeşme yapıp çok uzaklardan oraya su bağladım. Çünkü en yakın dere, oraya ne kadar uzaktı, sen de gördün. Çeşmenin suyu aktıkça kurt istifade eder, kuş istifade eder. Yağmur yağmadığı zamanlarda suya hasret kalan bitkiler istifade eder. İyilik dediğin sadece insana yapılmaz. Unutmayasın ki ağzı ve dili olmayan canlılara yaptığın iyilik de birer sadakadır.
• Köprü varken yüzerek karşıya geçmek istedim. Çünkü o köprü, cimri ve insanların arasını bozan, mertlik nedir bilmeyen bir adam tarafından yapılmıştı. İnsanların arasını bozan, iki yakayı bir araya getirebilir mi?
Mektubun altında, üzerinde “Cömert olmayan bahîl âdem koyuver kendini.” şeklinde bir not bulunan
Geçme namert köprüsünden ko aparsın su seni
Yatma tilki gölgesinde ko aslan yesin seni
beytinin bulunduğu bir hat levhası vardı.