Hacivat ve Karagöz’ü oynatabilen tek Edebiyat Öğretmeniydi. Geleli bir yıl olmuştu Orta Anadolu’nun çorak ilçesi Akdağmadeni’ne. Küçük bir yer sayılmazdı Mehmet Hoca için. Önceki beş yılını doğunun birçok ilçesine hediye etmişti. Öğrenciliğinden beri var olan okuma merakı yaşı kemale erdikçe yazma merakına dönüşmüş, birkaç ufak denemeden sonra yazmaya da başlamıştı. Yazarlığın yanında üniversitede kursunu aldığı Hacivat-Karagöz oyununa merakı olan Mehmet Hoca, ilçedeki ilk gösterisini ilçenin ileri gelenlerin bulunduğu bir öğretmenler günü müsameresinde yapmış, çok alkış almıştı. O geceden sonra nerede bir tören nerede bir kutlama olsa gözler hemen Mehmet Hocayı arardı. Kendini sürekli geliştiriyordu. Başlarda sadece güldürmeyi amaçlarken şimdilerde ise hem güldürüp hem düşündürüyordu. Aslında yaptığı bu işin köşe yazarlığından bir farkı yoktu. Önceden kendi söylediği cümleleri şimdi şakayla karışık Hacivat ve Karagöz’e söyletiyordu. Dahası söylemek istediği şeyler daha fazla insana ulaşabiliyordu.
Mehmet Hoca, bir akşam senenin ilk gösterisini tatil yorgunu öğretmen arkadaşlarına yapacaktı.
Bir haftadır hazırlık yapıyordu. Malzeme hazırlığı
değil Karagöz ve Hacivat’ın mükâlemesini yazma hazırlığı. Mükâleme demişken, bu tabir de kendisine ait. Diyalog yerine mükâleme kelimesini kullana kullana bütün öğrencilerine öğretmiş, bu eskimez kelimenin ilçeye yayılmasına muvaffak olmuştu.
Eski büyük televizyonların çapında bir kutunun içine girdi. Eline çubukları almadan önce perdenin aralığından salona bir göz attı. Salon hıncahınç doluydu. Besmele çekip başladı:
Akdağmadeni Tulûât Kumpanyasına hoş geldiniz!
-Merhaba Hacivat
-???
-Hacivat diyorum, beni duymuyor musun mübarek?
-???
-Geliyorum arkadaş, az sabret.
-Yine bilgisayar başındasın değil mi? Ah Hacivat ah!
-Ne var Karagöz, bir tek ben bilgisayar başındayım sanki. Kim dışarıda ki?
-Kimse yoksa bile ben varım Hacivat’ım, yetmez mi sana benim dostluğum?
-Tamam, arkadaş kapattım geliyorum. Heh, buyur ne vardı?
-Sen çok değiştin son altı ayda. Pencereden
ayrılmaz benimle gece yarılarına kadar muhabbet ederdin, şimdi ne hallerdesin.
-İnternetten faturaları ödüyordum da o yüzden hemen gelemedim.
-İnegöl’den gelen fasulyeleri mi dövüyordun?
-Ne İnegöl’ü, ne fasulyesi Karagöz! Su, elektrik, doğalgaz faturaları var ya, onları ödedim diyorum.
-Heee, anladım. Ben hala elektrik idaresinin kapısında bekleyeyim, gaz şirketinin sırasındayken kafama güneşler geçsin, bir damla su verenim ile hal hatır soranım olmasın, bizim Hacivat oturduğu yerden fatura ödesin. Oh ne ala memleket!
-Can biraderim faturanı getirdin de ödemedik mi? Varsa faturan ver ama parayı peşin alırım ona göre, baştan söyleyeyim.
-Nerede olacak o faturalar dur bakayım. Hah iç cebime koymuştum, işte buradalar. Al bakalım, bu da peşinen nakit paran. Uğraştırma beni.
-Hem bana bilgisayardan ayrılamıyorsun diye kız, hem de fatura ödemede yardımcı olmuyorum diye darıl, olacak iş değil.
-İnternetin başında oturduğun için kim kızmış sana? Ben yüzüme bakmadığından şikâyet ediyorum. Bak yine gitti arkadaş. Hemen mi öde dedim şimdi? Kime diyorum ben yaa!
-Hemen ödeyip geliyorum faturalarını, iki dakikalık mesele. Sen konuş, pencere açık duyarım ben seni.
-Peki, bak ne anlatacağım. Geçen bir sahaf ağabeyimizin yanına uğradım, çay, muhabbet derken kitapları karıştırıyordum. Elime fıkralar isimli bir kitap geçti. Açtım içini bir, iki, üç derken nereden baksan on tane fıkra okumuşum. Bir tanesi bile güldürmez mi Hacivat’ım. Hatta bir tanesi ikimizin fıkrasıydı. Güya sen söylüyormuşsun, ben yanlış anlıyormuşum. Ülkemizin mizah çizgisinin çok aşağılara düştüğünü görmek beni üzüyor.
-Ah Karagöz’üm ah. Hiç sorma, nerde o eski günlerimiz değil mi? Kurt kocayınca köpeklerin maskarası olurmuş. Ayrıca sen ülkede kitap okuyan adam kaldı mı sanıyorsun. Herkes bilgisayar başında.
-Sen gibi değil mi? Hadi senin dediğin gibi olsun, kitabı geçtim. Teknoloji çağındayız, her şey göze hitap ediyor. Nevzuhur bir orta oyunu çıkmış ki mazisi on, on beş sene civarıdır. Adına “stand-up” diyorlarmış. Adam tek başına çıkıyor sahneye. Havadan sudan
bahsetse ağzımı açmayacağım amma öyle bir anlatıyor ki benim edebim anlattıklarını hikayeye müsaade etmez. O ne ağza alınmayacak sözlerdir, o ne duyunca bile utançtan yerin dibine girilecek kelimelerdir.
-Haklısın Karagöz Efendi. Mizah çizgimiz bel hizasının altına düştü sanırım. Al bunlar ödenmiş faturaların. Sen bunları saklıyorsundur da öyle mi? Hani biri gelir sorar falan diye.
-Tabi canım saklamam mı? Geçen hafta hanımın aylık temizliğinde iki binli yıllara kadar olan bütün faturaları bahçeye açtığım küçük bir kuyuda yakmak suretiyle imha ettim. Ama bir ocak iki binden bil itibar bugüne değin her ayın faturası ibraz edilmeye her an hazır ve nazırdır. Yine ne yapıyorsun arkadaşım? Boşa mı konuşuyorum ben?
-Hayır, Karagöz ne münasebet? Dinliyorum seni. En son imha demiştin hatta.
-Evet, imha diyeli beş dakika oluyor. Allah’ım ya rabbim, adam bilgisayarı kapattı, şimdi de elinden telefonu düşürmüyor. Ne var orada, neye bakıp duruyorsun?
-Benim sorumluluklarımın sadece hane halkımı geçindirmek olduğunu mu sanıyorsun? Başkaca sorumluklarım var. Takipçilerimle ilgilenmeliyim.
-Tahripçiler mi? Neyi tahrip ediyorsunuz Hacivat’ım. Şimdiye kadar münferit olarak tahrip ettikleriniz yetmedi de üstüne üstlük bir araya gelip birlik mi oldunuz?
-Of Karagöz of. Çok geridesin teknolojide. Senin kullandığın telefonu şoförler minibüsün tekerleğine dayıyorlar. Değiş artık Karagöz’üm.
-Konuşurken telefona değil yüzüme baksan hakikaten düşüneceğim değişmeyi. Değişip senin gibi olacaksam yok ben almayayım. Gerçekten muhabbetine doyum olmuyor Hacivat’ım. Hadi bana eyvallah. Eski Hacivat gelene kadar da beni kimse rahatsız etmesin.
-Dur Karagöz’üm nereye gidiyorsun? Daha sana sosyal medyadan dürtmeyi öğretecektim.
Salon alkıştan adeta yıkılıyordu. Mehmet Hoca seyirciye görünmeden kutudan sıyrıldı, kulise geçti. Üzerine bir rehavet çökmüştü. En çok bu anı seviyordu: alkışları ve rehavetini. Sırf bu anı yaşamak için bile bu işi yapabilirim diye düşündü. Gözlerini kapattı, kulaklarını gittikçe azalan alkışlara verdi.