Batıdan doğuya doğru akan Tuna Nehri, serin karanlıkta yol alıyordu. Alpler ve Karpatlar’dan gelen akarsu kolları onu yıllardır besliyordu. Almanya’dan doğup ardından Avusturya, Slovakya, Macaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Bulgaristan, Plevne, Rusçuk, Silistre vilayetlerinden geçiyordu. Romanya, Moldova ve Ukrayna’dan Karadeniz’e ulaşıyordu. Karadeniz’e döküldüğü Sulina limanına kadar uzunluğu 2779 kilometreydi. Karadeniz’den sular İstanbul Boğazı’na uğrayıp Marmara’ya öyle geçiyordu. Ardından yedi kıtayı dolaşıyordu. Plevne önlerinde serin karanlığa bakan Gazi Osman Paşa, Tuna Nehri’nin İstanbul’a bu şekilde ulaştığını biliyordu.
“Ah” dedi. “Suya haber salsam ulaşsa padişah’a, kavuşsak zafere.” Pay-ı tahtta ulu hakan İkinci Abdülhamit vardı. O an Padişah da Sarayburnu’ndan Boğaz’a uzunca baktı. Tuna Nehri’nden gelen serin esintiyi hissetti. Osman Paşa’ya inanıyordu, kılıcının hakkını veren bir komutandı. Dili duaya kalbi tevekküle büründü. “Tedbir bizden takdir Allah’tan.” dedi.
Ben, Osman Paşa’nın kınındaki kılıç, bütün bu olanlara şahittim. 1877-78 Osmanlı-Rus harbine iştirak etmiştim. Tuna Nehri’nin en fazla çağladığı mevsimdi bu zaman. Geçtiği yerlere can suyu veren Tuna Nehri “Bir daha ne zaman gelir bu leşker-i gaza ve dua ordusu” hüznüyle akıyordu.
Gazi Osman Paşa’nın kılıcı olmadan önce biliyordum ki birçok merhaleden geçmeliydim.
Sert ve mert olmadıkça komutan kılıcı olmanın bir manası da yoktu zaten. Plevne önlerinde, cenk meydanında at kişnemeleriyle dişe diş başa baş düşmanla mücadele ederken, yıllar sonra adıma bir marş söylendi. “Tuna Nehri akmam diyor/ Etrafımı yıkmam diyor”…“Kılıcımı vurdum taşa/Taş yarıldı baştan başa”
İşte, tam burada başladı benim hikayem, “Kılıç mıydım kılınç mı?” Evet, taşı baştan başa yardıysam “kılınç” olmalıydım ben. Nasıl mı? Etimolojik ve fonetik olarak tahlil edilmem lazımdı.
Ustam beni sıradan bir demir iken aldı. Kızgın ateşte dağladı. Hararetten yandım ha yandım.
Ustam bir taraftan “Olmak için yanmalısın, ham kılıç duvarda gerek.” derdi. Böylece metanetim arttı. Sonra ateşten çıkardı beni. Çekiç ile vurdu da vurdu. Hiç ses çıkaramadım da. Ustam “Keskin kılınç olmak için çok tokmak yemeli” sözünü ikrar edip durdu. Sabırla bilendim. Çekiçle vurdukça şekil aldım. İşin püf noktası ise kızgın ateşten çıkarılıp çekiç ile dövüldükten sonra su verilme maharetiydi. En son merhale dayanılır gibi değildi, yüz dereceyi aşan sıcaklıktayken, Tuna Nehri’nden getirilen buz mu buz suya batırıldığımda “cıss” ettim. Su verilmek suretiyle çelikleştirilmiştim.
Sonra ismim verildi. Arapça “seyf”, Farsça “şemşir”, Türkçe de ise kimileri kılıç, kimileri kılınç diyordu. Kılıç demelerinin kendine göre bir izahatı vardı. Kıl-mak fiiline, -ıç isimden isim yapma eki getirilmek suretiyle bir eşya imal edilmiş oluyordu. Tıkmaktan tıkaç, tokuç da müşabih şekilde türetilmişti.
Bence bu kılıç halim fonetik açıdan keskinliğimi pekiştirmiyor, tahkim etmiyordu.
Diğer izah ise beni düşmanların gözünde daha keskin kılıyordu. Kılınç derken -ınç ekinin isim yaptığı muhakkaktı. Ancak bu -ınç eki ismi daha da pekiştiriyordu. Bazıları buna berkitme (pekiştirme, sağlamlaştırma, tahkim etme) sıfatı da yapar demişler. Bana müşabih “kazanç, kıskanç, gülünç, basınç, inanç, sevinç, korkunç.” gibi kelimelerde bir meşakkat/zorluk, pekiştirme var. Mesela “helal kazanç”, derken helal yollardan para kazanmanın kolay olmadığı -anç seslerindeki vurgudan anlaşılabilir. “Gülünç” duruma düşmekte -ünç eki, hadisenin tebessüm etmekten çıkıp başka bir hal aldığını ifade etmekte daha tesirlidir. “Korkunç” kelimesinde korkma durumunun ileri derecede olduğunu anlamak bu -unç te’kidi ile mümkündür.
Şimdi gelelim kılınç olma meseleme. Kaynaklarda kılıç ve kılınç da yazıldığım vakidir. Şunu fehmetmek lazım ki Tuna Marşını söylerken “Kılıncımı vurdum taşa” diye söylemek, devamındaki “Taş yarıldı baştan başa” ifadesini daha keskin ve daha tekid edecektir. Kılıcın taşı bir hamlede yardığı -ınç aks-i sedasıyla kulağa daha iyi gelecektir.
Hissî mevzularda kılıç diye kullanmak ifadedeki inceliği daha iyi anlatacağı gibi, meramın sert şekilde ifade edileceği Plevne gibi cenk meydanlarında kılınç denilmesi benim hoşuma daha çok gidiyordu. Bu arada kalemin kağıt üzerindeki sesi ile kılıcın savaş meydanındaki sesinin benzerliği dikkatimi çekti. Boşuna dememişler “Kalem kılınçtan keskindir.” Kılıcın en keskin halinden bile kalem daha üstündür. Kılıç ve kalem ehli olanlar bilirler ki “Kalem yazmadan kılıç kıpırdamaz.”
Tuna Nehri’nde başlayan maceramın kalem ile son bulması tesadüf değil elbet. Kılıcı çelikleştiren su, kalemi yetiştiren ağaca da can veriyordu. Er için, kaleme sarılmakla “kılınca” sarılmak arasında bir fark yoktu. Gazi Osman Paşa’nın kılıcının hakkını verdiğini müşahede ettim. Kaleminin de hakkını vermesi, kalem ehline nasihatimdir.
“Kaleminiz keskin ola… ”