Toprağa atılan küçük bir tohum, bazen insanın düşünce dünyasında büyük bir sorgulamanın kapılarını aralayabilir. “Yaratmak mı, yetiştirmek mi?” sorusu etrafında şekillenen düşünceler, bir çekirdeğin filizlenmesi üzerinden, insanı derin bir yolculuğa çıkarabilir. Dededen toruna uzanan manevi yolculukta, toprağın bereketiyle büyüyen hayaller ve İlahi düzenin incelikleriyle yoğrulduğunda tam anlaşılabiliyor.
Küçük bir çekirdeği toprağa gömdüm. Suyunu verdim, etrafını temizledim ve taş duvarın yanında onun için bir yer yaptım. Erik çekirdeği miydi, kayısı mı, yoksa şeftali mi, hatırlamıyorum. Ancak yaşadığım heyecanı çok iyi hatırlıyorum: Sabah kalktığımda, toprağın arasında filizlendiğini görebilecek miydim?
Gündüzleri türlü meşguliyetlerle oyalanmalarım, geceleri ise uykuya dalmadan önce kurduğum hayaller, hep aynı şeyi düşünerek şekilleniyordu: Ertesi sabah kalktığımda, o tohumun filizlendiğini görmek!
Çekirdeği toprağa gömme fikrini bana dedem vermişti. Birkaç gün öncesinde, daha önce diktiği fidanları sulamak ve fidanların tutup tutmadığını görmek için dedemle birlikte arazideydik. Ona göre, bu bir yıl boyunca fidanların sulanması, bakımının yapılması ve özellikle suyunun ihmal edilmemesi çok önemliydi. Sonrasında kök salacak, dallanıp budaklanacak ve Allah’ın izniyle suyunu topraktan alıp, güneşin ışığıyla da canlanacaktı.
Yanı başımızda boy gösteren kavak ve söğüt ağaçlarını, dedemin diktiği fidanlarla kıyaslamaya başladım. Toprağa dikilmiş bir odundan farksız görünen fidanların dallanıp budaklanacağını, serpilip büyüyeceğini ve sonunda o kavaklar gibi göz alıcı hale geleceğini düşünmek bana tuhaf geldi. Bildiğin odunun tomurcuğa dönüşmesi, kurumak yerine yeşermesi gibi bir şeydi bu…
Aklımdan geçenleri, o esnada orada bulunanlara söyledim mi, söylediysem nasıl bir tonda söyledim, yoksa sesli düşünüp içimden mi söyledim, hatırlamıyorum. Dedem ise elinde kürekle arkın içindeki taşı toprağı kenara alıyor, dereden bağladığı suyun önünü açmaya çalışıyordu. Su da hemen dedemin açtığı yerlerden akmaya başladı. Dedem, bir yandan kürekle toprağı eşelerken bir yandan da suyun hikmetinden ve öneminden, toprağın bereketinden, diktiği fidanların özelliğinden söz ediyordu. Derken, sözü tohumun tomurcuğa dönüşmesine getirdi ve diktiği -benim gözümde odun olan- fidanların, Allah’ın izniyle nasıl büyüyüp boy vereceğinden bahsetti.
“Bitkilerde tohum bulunur, rüzgârla ya da hayvanlar aracılığıyla taşınır. Toprakla buluştuktan sonra da ilahi hikmet gereği tohumdan bitkiye dönüşür. Hz. Âdem’e Allah tarafından eşyanın hikmeti öğretilirken, buğdayın nasıl yetiştirileceği de öğretildi. Böylece tohum, insan eliyle ekilen bir kıymet haline geldi. Tohumu toprağa ekersin, o toprakta bulunan minerallerle beslenir, su ile gıdalanır, güneşin ışığı ile gelişimini sürdürür. İşte böylece bir tohum fidana dönüşür, toprak ağaca kavuşur. İster beşeri sebeplerle, ister doğal yollarla toprakla buluşan tohum; toprağın bereketi, suyun hikmeti, güneşin ve havanın muhabbetiyle gelişir ve büyür.”
Dedem, bir fidanın nasıl dikileceğini anlatırken aynı zamanda bir fidanın toprağa nasıl tutunduğunu ve gelişim sürecini de açıklamış oluyordu. Yeni budanmış bir söğüt dalının arasından doğru olanlar seçilmeliydi ki fidanımız düzgün bir şekilde uzasın. Doğru dallar seçildikten sonra artık onun adı fidandı; zira canlılığını kaybetmeden, içindeki su çekilmeden, sararıp solmadan ve kuruyup dökülmeden, tez zamanda toprakla buluşması gerekiyordu. Aksi takdirde bu dal parçası, bir odundan farksız hale gelirdi. Fidanın ucu toprağa gömülünce, toprak nemlendirilir. Su ve toprağın gücüyle fidan köklenir; kökleri genişledikçe, fidanın ucu tomurcuklanır ve ardından yapraklar oluşmaya başlar.
Bugün bilim, bu sürecin nasıl işlediğini daha ayrıntılı bir şekilde anlayabilmiştir. Köklenmede suyun, toprağın, güneşin ve bazen mantarların etkili olduğunu biliyoruz. Ancak bir tohumun içindeki yazılımı -dedemin deyimiyle hikmeti- anlamakta ne kadar yol aldık, işte onu, Allah bilir…
Dedem, tohum ve fidan hakkındaki konuşmasını bitirdiğinde, çocuk saflığı ve masumiyetiyle kafamda beliren sorular hâlâ cevapsızdı. Bir tohum büyüyüp çiçeğe, ağaca ya da meyveye dönüştüğünde, bu süreç yaratılmak mıydı, yoksa yetiştirilmek mi? Ve biz bu sürecin neresindeydik? Dedemin cevabı gecikmedi:
“Yaratmak, Allah’a aittir. Bizim yaptığımız ise yetiştirmektir. Allah’ın yarattığı tohumu besleyecek, fidanı büyütecek ve dolayısıyla ağacı yetiştireceğiz. Sakın ha, bu fidanın canlı bir ağaca dönüştüğünü görürsek, kendimizi yaratıcısı sanma. Biz sadece doğadaki ilahi nizamı takip ederek ağaç yetiştirme gayretindeyiz.”
“Allah yaratır, insan yetiştirir. İnsan icat eder, keşfeder, inşa eder, yetiştirir, üretir ve geliştirir. Ama yaratmak, Allah’a mahsustur.”
Bu hadiseden birkaç gün sonra, dedemin sözünü ettiği o çekirdeği toprakla buluşturup heyecanla toprağını sulamıştım. Küçücük çekirdek, günler sonra filizlendi. İncecik yeşil bir dalın üzerinde canlanan iki yapraklı bir bitkiye dönüştü. Özenle bakım yapmaya ve suyunu vermeye devam ettikçe, daha da serpileceği ümidiyle içim kıpır kıpırdı.
Günler sonra bir sabah baktım ki filiz yerinde yok. Nasıl üzüldüğümü anlatamam. Az ötede, topraktan sökülmüş ve yere fırlatılmış bir halde duruyordu. Kim yapmıştı, niye yapmıştı; kasıtlı mıydı yoksa bir hata mıydı, bilemedim. Her şey unutuldu, ama incecik yeşil dalın üzerindeki o iki yapraklı hâli hâlâ hafızamda canlılığını koruyor.
Ne zaman bereketli bir hasadın ardından, “Bu sene bereketli geçti, iyi ki gübreyi bol atmışız,” deyip sevinenleri veya hasadın az olduğu yıllarda “Bu sene ilahî takdir, verim azdı,” deyip serzenişte bulunanları gördüğümde, bu hatıra aklıma gelir. İnsanın nerede durması gerektiğini düşünürüm.
Yaratıcılık ve yaratıcı düşünme gibi konular gündeme geldiğinde ise, yine bu hatıra aklıma gelir. Tedirgin olurum ve dedemin tavsiyesini hatırlayarak, insanlara “yaratıcı” vasfını yüklemekten imtina ederim. İnsana ait olan şey, kâşiflik, mucitlik, mimarlık ve sıra dışılıktır.