İtirazım var, diye bir ses yükseldi geçmiş nesiller mahkemesindeki sanık kürsüsünden. “Yapılan bütün suçlamaları kabul etmekle beraber, sizi ve salondaki herkesi düşünmeye davet ediyorum.” Salondan boğuk ve karanlık bir uğultu yükseldi. Hâkimin gür sesi duyuldu.
“Sizi dinliyoruz.”
Bu, davacı koltuğunda oturan ebeveynlere ikaz mahiyetinde bir davet idi. Devam etti nesil:
Bize kızdınız. Yaptığımız her şey için bizi suçladınız. Bizim, suçluluğu ispatlanmış büyük hatalarımız var. Sahi nasıl unuttunuz, elimizden hiç düşmeyen o telefonları siz aldınız. Televizyonu başköşeye yerleştiren, eve internet bağlatan da sizdiniz. Hafta sonları alışveriş merkezine, bayramlarda tatile götürdünüz.
Bize, zamanı yutan alışveriş merkezlerinden ise insanı ferahlatan ormanların, beş yıldızlı otellerden ise bin yıldızlı köy evlerinin doğallığını, tabiliğini öğretmediniz. Bayramda koşturduğunuz köylere gitmektense, tatil köylerine gitmeyi, evvela siz tercih ettiniz.
Bahçeden toplanan sebzenin, güneşte kurutulan meyvenin, yaldızlı kâğıtlarda içinde ne olduğu tam belli olmayan yiyeceklerden katbekat lezzetli olduğunu bilmemize izin vermeyen de sizsiniz. Üstün başın kirlenir, deyip parka bırakmadınız ama, gönlün gözün kirlenir demeden sanal âlemlere bir başına terk ettiniz.
Alın teri ile kazanılan beş liranın, haksızca elde edilmiş on liradan daha kıymetli olduğunu, vermek için cepte değil yürekte olması gerektiğini, en değerli şeylerin para ile satın alınamayacağını da öğretmediniz.
Bu acayip ünlüleri, fenomenleri nereden buluyorlar? Bu posterler ne, dediniz.
Afedersiniz de hayatımıza rol model aradığımız o zamanda, bizi kimin ellerine bıraktınız? Ekrana mı? Birtakım filmlere mi, dizilere mi?
Alışveriş çılgınlığından dem vurdunuz, sahi hangi kıyafetimize yama yaptınız. En küçük bir söküğü bile bizimle beraber diktiniz mi? Yoksa “Eskidi, yenisini alırız.” diye hepsini mi attınız? Temiz giyinmenin ve tebessüm dolu bir simanın, bütün o markalı kıyafetlere bedel olduğunu da biliyor muydunuz?
Ayakkabıları boyatmayı, söküğü dikmeyi öğrenemedik. Aslolanın kıyafetimiz değil de içimiz olduğunu bilmeden yaşadık. Bu, bir bilme mağdurluğu değil midir? Bütün imkânları ayağımıza serdiğiniz, karnımızı doyurduğunuz, sıcacık odalarda uyuttuğunuz doğrudur. Dünyanın bir yerinde insanların soğuk karlar üzerinde titrediğini, yakacak bir odun, içecek bir bardak su bulamadıklarını, neden anlatmadınız? Şimdi, kıymet bilmiyorsunuz, demesi kolay. Zaten en son bunları en iyi siz yaşamıştınız. Öyle değil mi?
Bizi pamuklara sararak büyüttüğünüz, bezediğiniz, dikenlerle dolu dünyada nasıl başarılı olmamızı istersiniz? Mesela, bize iyiler kadar kötülerin de var olduğunu öğretebilirdiniz.
İnanan bir avuç insanın dünyayı iyilikle yeniden inşa edeceğini, önemli olanın alınan diplomalar, kulak çınlatan alkışlar değil de bir insanın kalbine gönlüne dokunmak olduğunu öğretebilirdiniz?
Neden, insan olmamıza, düşene el uzatmamıza, bir başkasının acısına ortak olmamıza, aşımızı bölüşmemize, bir çocuğa Kur’ân-ı Kerîm öğretmemize, kendisini unutmuş pek asil bir millet olduğumuzu insanlara hatırlatmamıza imkân vermediniz?
En meşhur okullara, en pahalı dershanelere göndermenin, en doğru bilgiye ulaştırdığını, nereden çıkardınız?
Hayatı sevdiklerinle paylaşmanın, sosyal mecralarda paylaşmaktan bin kat güzel olduğundan, neden hiç bahsetmediniz? Mahremiyeti de belki bu şekilde muhafaza ederdik.
Bizi neden binlerce yıllık tarihimize, sahih itikada yüz çeviren kalbi ve ruhu hiçe sayan bir yöntemle yetiştirdiniz? Seri üretim kariyer planları alan, çökmüş ahlak yargılarına aleladeleştiği için sessiz kalan sizsiniz.
Madem öyle sevgili ebeveynler!
Sunî gübrelerle donatıp, dört mevsim suladığınız, popüler metotlarla büyüttüğünüz o çocuklarınız olan fidanlar, size serinletici bir manevî gölge olabilecek mi? Yüksek verim almaktan ziyade, ondan bir daha tohum çıkartabilecek misiniz?
Gözünü gönlünü, bağını bahçesini, çağını çocuğunu sırf, yüksek dünyevî şeyleriniz için karartıp kurutmadınız mı? Hayır, diyenlere cevabımız yok. Fakat ekseriniz, her yer karanlık deyip gönül rahatlığıyla oturacak, az biraz ışıktan rahatsız olacaksınız… Kendi karanlığınızı aydınlatıp kendi vicdanınızda sizi sorgulatanlara husumet duymaktan da çekinmeyeceksiniz.
Velhasıl hâkim bey, suçluyu azmettiren, suça zemin hazırlayan, bedenlerimizi doyurup, ceplerimizi dolduran ve fakat ruhlarımızı ölesiye aç bırakan herkes, birinci dereceden suçludur.
Salonda kısa; ama tesiri uzun, upuzun bir sessizlik yaşandı.
Sonra hâkimin o tok ve gür sesi duyuldu.
“Herkes kendi vicdanında muhakeme etsin. Dava, düşürüldü.”