“Bir Yörük çadırından şehir hayatına ne kadar eşya yüklenirdi ki? Bu dünyadan, ahiret yurduna ne kadar şey götürülebilirse ancak o kadardı.”
Doksanlı yıllardı. Yazın son demleri, eylülün hazan günleri başlamak üzereydi. Uzaktan göze hoş görünen şehre merhaba demeye gidiyorduk. Anlayacağınız göçüyorduk. Yörüklerin diliyle “Temelli, adıbelli göçüyorduk.” Bu, dönüşü olmayan son göçün başlangıcıydı. Belli ki hayat tarzımızı değiştirecek, “yerleşik” denen düzene ayak uyduracaktık. Karar kesindi.
Bir yörüğün sermayesi davarları idi. Onu satması demek, hayatını, mesleğini, alışkanlıklarını değiştirmek demekti. Her defasında, “Çekilmez bu hayat!” diye diye satmak fiili sonunda gerçek olmuş, başarılmıştı!
Aile reisi babamız, sürüleri alacak olanlarla enine boyuna pazarlık ediyordu. Onun da pek satmaya gönlü yoktu, belli ki. Çadırın geri kalanları, ana ve kardeşler birbirimize bakıyorduk. Ne olacaktı bundan sonra? Birbirimize daha çok destek olma vaktiydi. Bu göç, başka bir göçtü. Bu göçün geri dönüşü yoktu.
İnsanın kendini değiştirmesi zordu. Bu, alışkanlık haline gelmişse, kör diken gibi acıta acıta kesip atması gerekirdi. 1000 yıllık aile geleneğimiz nihayete erecek, yerleşik hayata geçecektik. İnsanın dünyasını değiştirmesi gibi bir şeydi bu? Tek korkumuz, sudan çıkmış balığa dönmekti.
En mühimi de obada ilk yerleşik hayata geçen bizdik. Kalan obanın çocukları sanıyordu ki “Biz, gittiğimizde yerde daha mutlu olacaktık.” Biz de soruyorduk içimizden “Onları niye yalnız bırakıyorduk?”
Sanki biri vefat etmiş de başında bekler gibiydik. Yıllardır, Torosların ayak değmemiş topraklarında tek başına mücadele etmenin verdiği hissi kaybetmek, öyle sanıldığı gibi kolay değildi. İçimiz kızgın volkan gibi kaynıyor, sözler boğazımızda düğümleniyordu. Sürülerimizi tanıdık birine vermiştik, istediğimiz zaman görebilirdik yani. Fakat mevzu o değildi!
Kendini ilk anam koyuverdi. O her birine ayrı ayrı isim taktığı keçilerin adlarını tek tek sayıp hüznünü gözünden döküyordu. Bu dünyada hiçbir canlı, bu kıldan vücut bulmuş keçi için ağlar mıydı acaba? Anam ağlardı. Çünkü onun ana yüreği vardı, kendini bu keçilere ana bellemişti.
Hepsini birer evladı gibi sevdi. “Alaş, seni nasıl sattırdım?” “Kesik kulak, beni hiç unutma.” “Gökkabak, bari seni yanımda koysaydım.” diye ardı ardına sıraladı bütün sürüyü. Vedalaştı hepsi ile teker teker. Ablam ise “Nereye gidecek, nerde kalacak benim Cesur’um?” diyerek titreyen dudaklarını elleri ile kapatıyordu.
Babam, gözümüzde Toroslar kadar kıymetli ve heybetli babam, yönünü Toroslara dönmüş, ara sıra kolunu kaldırıp gözlerini siliyordu. Babasını ilk kez ağlarken görmesi ne kadar nâçâr bırakıyordu insanı.
Halli müşkil, zor bir andı vesselam. Bir çadır göçüyordu son kez obadan…
Mücadele şimdi başlıyor
Daha önce ölen devemizden sonra, göçle aramızdan ayrılan eşek, köpek, tavuk ve at da listeye dahil oluyordu.
Oğlak davar sürüleri, her birinin hatırası olan el emeği eşyalar…Ve en son çöken bir dünyanın tasviri gibi, gökkubbe diye bellediğimiz 1000 yıllık geleneğin sembolü kara çadırın orta direğinin bir çırpıda çekilmesi… Ne hazin bir manzaraydı.
Bildiğin topraklar, beraber aktığın sular, kekik kokan dağlar, ismini bildiğin bütün ağaçlar, bütün keçilerin isimleri, en iyi bildiğin yerler ve çocukluğunun geçtiği bütün resim ve cisimler…
Gökyüzüne asılı yıldızlı hayaller…
Kıldan örme çullar…
Devenin havutu, eşeğin palanı ve semeri…
Istarda dokunmuş desen desen heybeler…
İçine saklandığımız ala çuvallar…
Sabahın vaktini haber veren Kırmızı Horoz…
Ve sürünün 10 yıllık bekçisi, sadakat timsali çoban köpeğimiz Cesur, terk edilecekti.
Sürünün satıldığını ilk o anlamıştı. İştahı kaçmış, adeta bize küsmüştü. Ama hep “Beni de götürün?” bakışı atıyordu. İşte insanı bitiren o bakış, gidene en ağır yük oluyordu. Yapacak bir şey yoktu, komşu obadan birine verecektik. O burada kalacaktı, ait olduğu yerde.
Göç için, köyden bir kamyon tutulmuştu. Bir Yörük çadırından, şehir hayatına ne kadar eşya yüklenirdi ki. Bu dünyadan ahiret yurduna ne kadar şey götürülebilirse, ancak o kadardı.
Birkaç eşya yükledik ancak; bin yıllık geleneğimiz ve hatıralarımız bu yurt yerinde tek başına saklı duracaktı.
Cesur, ardımızdan hareket bile etmedi, o da kabullenmişti her şeyi. O yurt yerinde, ağzına bir şey koymadan aylarca nöbet tutarak, gözlerini kapadığı haberini aldık sonra. Biz ise çok katlı binalarda çok tatlı yalnızlıklarda hayat çarkını döndürmeye çalışıyorduk.
Evet, daha önce de göçmüştük. Kavimler Göçü demişlerdi adına. O göç esnasında hak ve son din İslamiyet ile buluşmuştuk. İnanç tarzımızı İslamiyet ile nurlandırmış, hayat tarzımızı devam ettirmiştik.
Doğudan batıya, Orta Asya’dan Anadolu’ya, Kuzey Afrika’ya, Balkanlar’a göç etmiştik. 600 yıl Osmanlı Devleti himayesinde, her ne kadar bazı anlaşmazlıklar olsa da yaşayıp gitmiştik, sürülerimize sahip çıkmıştık.
Bütün hayat mücadelemiz, niyetimiz Orta Asya’dan göç ederken, sürülerimizi korumak içindi. Sürüleri satınca neyin mücadelesini verecektik? 1000 yıllık göç tecrübesi öğretti ki insanı diri tutan, bu mücadeleymiş. Bozkırın bütün zorluğu, dağların yol vermezliği karşısında mücadele ruhu kazanmış bu bedenimizle artık inancımızı korumak için çalışıyorduk. Çünkü insan, daima inancıyla yaşıyor ve göçüyordu. Asıl mücadele buydu.