Hikaye ve Günlüklerİnsan

Son Göç

Bir Yörük Hikayesi

“Bir Yörük çadırından şehir hayatına ne kadar eşya yüklenirdi ki? Bu dünyadan, ahiret yurduna ne kadar şey götürülebilirse ancak o kadardı.”

Doksanlı yıllardı. Yazın son demleri, eylülün hazan günleri başlamak üzereydi. Uzaktan göze hoş görünen şehre merhaba demeye gidiyorduk. Anlayacağınız göçüyorduk. Yörüklerin diliyle “Temelli, adıbelli göçüyorduk.” Bu, dönüşü olmayan son göçün başlangıcıydı. Belli ki hayat tarzımızı değiştirecek, “yerleşik” denen düzene ayak uyduracaktık. Karar kesindi.

Bir yörüğün sermayesi davarları idi. Onu satması demek, hayatını, mesleğini, alışkanlıklarını değiştirmek demekti. Her defasında, “Çekilmez bu hayat!” diye diye satmak fiili sonunda gerçek olmuş, başarılmıştı!

Aile reisi babamız, sürüleri alacak olanlarla enine boyuna pazarlık ediyordu. Onun da pek satmaya gönlü yoktu, belli ki. Çadırın geri kalanları, ana ve kardeşler birbirimize bakıyorduk. Ne olacaktı bundan sonra? Birbirimize daha çok destek olma vaktiydi. Bu göç, başka bir göçtü. Bu göçün geri dönüşü yoktu.

İnsanın kendini değiştirmesi zordu. Bu, alışkanlık haline gelmişse, kör diken gibi acıta acıta kesip atması gerekirdi. 1000 yıllık aile geleneğimiz nihayete erecek, yerleşik hayata geçecektik. İnsanın dünyasını değiştirmesi gibi bir şeydi bu? Tek korkumuz, sudan çıkmış balığa dönmekti.

En mühimi de obada ilk yerleşik hayata geçen bizdik. Kalan obanın çocukları sanıyordu ki “Biz, gittiğimizde yerde daha mutlu olacaktık.” Biz de soruyorduk içimizden “Onları niye yalnız bırakıyorduk?”

Sanki biri vefat etmiş de başında bekler gibiydik. Yıllardır, Torosların ayak değmemiş topraklarında tek başına mücadele etmenin verdiği hissi kaybetmek, öyle sanıldığı gibi kolay değildi. İçimiz kızgın volkan gibi kaynıyor, sözler boğazımızda düğümleniyordu. Sürülerimizi tanıdık birine vermiştik, istediğimiz zaman görebilirdik yani. Fakat mevzu o değildi!

Kendini ilk anam koyuverdi. O her birine ayrı ayrı isim taktığı keçilerin adlarını tek tek sayıp hüznünü gözünden döküyordu. Bu dünyada hiçbir canlı, bu kıldan vücut bulmuş keçi için ağlar mıydı acaba? Anam ağlardı. Çünkü onun ana yüreği vardı, kendini bu keçilere ana bellemişti.

Hepsini birer evladı gibi sevdi. “Alaş, seni nasıl sattırdım?” “Kesik kulak, beni hiç unutma.” “Gökkabak, bari seni yanımda koysaydım.” diye ardı ardına sıraladı bütün sürüyü. Vedalaştı hepsi ile teker teker. Ablam ise “Nereye gidecek, nerde kalacak benim Cesur’um?” diyerek titreyen dudaklarını elleri ile kapatıyordu.

Babam, gözümüzde Toroslar kadar kıymetli ve heybetli babam, yönünü Toroslara dönmüş, ara sıra kolunu kaldırıp gözlerini siliyordu. Babasını ilk kez ağlarken görmesi ne kadar nâçâr bırakıyordu insanı.

Halli müşkil, zor bir andı vesselam. Bir çadır göçüyordu son kez obadan…

Mücadele şimdi başlıyor

Daha önce ölen devemizden sonra, göçle aramızdan ayrılan eşek, köpek, tavuk ve at da listeye dahil oluyordu.

Oğlak davar sürüleri, her birinin hatırası olan el emeği eşyalar…Ve en son çöken bir dünyanın tasviri gibi, gökkubbe diye bellediğimiz 1000 yıllık geleneğin sembolü kara çadırın orta direğinin bir çırpıda çekilmesi… Ne hazin bir manzaraydı.

Bildiğin topraklar, beraber aktığın sular, kekik kokan dağlar, ismini bildiğin bütün ağaçlar, bütün keçilerin isimleri, en iyi bildiğin yerler ve çocukluğunun geçtiği bütün resim ve cisimler…

Gökyüzüne asılı yıldızlı hayaller…

Kıldan örme çullar…

Devenin havutu, eşeğin palanı ve semeri…

Istarda dokunmuş desen desen heybeler…

İçine saklandığımız ala çuvallar…

Sabahın vaktini haber veren Kırmızı Horoz…

Ve sürünün 10 yıllık bekçisi, sadakat timsali çoban köpeğimiz Cesur, terk edilecekti.

Sürünün satıldığını ilk o anlamıştı. İştahı kaçmış, adeta bize küsmüştü. Ama hep “Beni de götürün?” bakışı atıyordu. İşte insanı bitiren o bakış, gidene en ağır yük oluyordu. Yapacak bir şey yoktu, komşu obadan birine verecektik. O burada kalacaktı, ait olduğu yerde.

Göç için, köyden bir kamyon tutulmuştu. Bir Yörük çadırından, şehir hayatına ne kadar eşya yüklenirdi ki. Bu dünyadan ahiret yurduna ne kadar şey götürülebilirse, ancak o kadardı.

Birkaç eşya yükledik ancak; bin yıllık geleneğimiz ve hatıralarımız bu yurt yerinde tek başına saklı duracaktı.

Cesur, ardımızdan hareket bile etmedi, o da kabullenmişti her şeyi. O yurt yerinde, ağzına bir şey koymadan aylarca nöbet tutarak, gözlerini kapadığı haberini aldık sonra. Biz ise çok katlı binalarda çok tatlı yalnızlıklarda hayat çarkını döndürmeye çalışıyorduk.

Evet, daha önce de göçmüştük. Kavimler Göçü demişlerdi adına. O göç esnasında hak ve son din İslamiyet ile buluşmuştuk. İnanç tarzımızı İslamiyet ile nurlandırmış, hayat tarzımızı devam ettirmiştik.

Doğudan batıya, Orta Asya’dan Anadolu’ya, Kuzey Afrika’ya, Balkanlar’a göç etmiştik. 600 yıl Osmanlı Devleti himayesinde, her ne kadar bazı anlaşmazlıklar olsa da yaşayıp gitmiştik, sürülerimize sahip çıkmıştık.

Bütün hayat mücadelemiz, niyetimiz Orta Asya’dan göç ederken, sürülerimizi korumak içindi. Sürüleri satınca neyin mücadelesini verecektik? 1000 yıllık göç tecrübesi öğretti ki insanı diri tutan, bu mücadeleymiş. Bozkırın bütün zorluğu, dağların yol vermezliği karşısında mücadele ruhu kazanmış bu bedenimizle artık inancımızı korumak için çalışıyorduk. Çünkü insan, daima inancıyla yaşıyor ve göçüyordu. Asıl mücadele buydu.

En Yeniler

2 Yorum

  1. Hikaye linkin yeğenim attı. Okuyunca gerçekten geçmişte yaşadıklarım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. ve 2014’de yazdığım benze bir hikaye “BEDFORD KAMYON”u hatırladım… Aşağıda…
    BEDFORD KAMYON
    Akşamları yükdibe yaş sırasına göre her döşeğe ve yorgana ikişer tane düşecek şekilde uç uca dizili çocuklar yavaş yavaş yuvadan uçmaya başlamışlardı. Çocuk zincirinden her sene bir halka kopuyordu. Bu gidişlerin asla bir gelişi olmayacaktı. Bu gerçek her ne kadar bilinse de bu duruma alışmak zorunda olduğunun herkes farkında idi. Her azalan sayı getirdiği psikolojik ağırlığın ötesinde diğerleri üzerinde ciddi bir “yumuş yükü” de bindiriyordu. Yuvadan uçanlar, evlenip çıkanlar oldukça evde davara oğlağa bakanların sayısı gün geçtikçe azalıyordu. Yaylada seyilde, goyaklarda, gıraçlarda, minik keletelerde, daracık coğrafyada o kadar mal-melel arasında geçimi çevirmek zorlaşıyordu. Hayvanları dar alanlarda zapt etmek ve gütmek zaten zor, bir de obanın zararına gitmesi işi çığırından çıkarıyor, yeni sosyolojik sonuçlar doğuruyordu. Davarın, oğlağın ve bunlara bağlı olarak eşeğin, köpeğin kahrı artık gün geçtikçe zorlaşıyordu.
    Bu durum hem analık hem babalık görevini üstlenmiş olan Osmanlı Kadını Aşşa Deyze’nin zihnini meşgul ediyordu. Artık çocukların davar-oğlak serzenişleri ve geçim daylısı arasında seçim yapmak zorunda kalıyor ve geceleri uykusu kaçıyor, gece yarısı sırtına kene gibi yapışık oğlak çobanı esmer çocuğa dönerek yüzüne dökülen saçlarını parmaklarıyla geri tarıyor, kokulu bir öpücük konduruyor, adeta çocuğu ciğerlerine çekiyordu. Güneş ve poyraz yanığı, toprak, kir, ter kokusunun karışımı evlat parfümü bu kadar mı güzel kokardı?
    “İnekleri çoğaltalım” diyordu çocuklar, onlarla geçiniriz; davarı satalım. “Hatta ben güdeceğim inekleri, söz” dedi esmer çocuk. “Yaylada hep ben güdeceğim. Seyilde de okuldan gelince güderim. Dersi ineğin ucunda yaparım” diyordu. Papatya, gelincik kokulu halı gibi keletelerde yatıp ders yapması ne de güzel olurdu… Taa ki inekler mısmıs gelip “Kalk, altındaki otları da yayılacağım” diyene kadar…
    O akşam az sayıda üyesi kalan aile meclisi toplandı ve tarihi karar verildi davar satılacaktı. Davarın satılması demek eşeğin köpeğin katırın da gitmesi demekti. O daracık coğrafyada insanlar ve hayvanlar o kadar iç içe yaşamışlardı ki, onlar adeta birer aile bireyi olmuşlardı. Bunların gitmesi demek hepsinin ailede yıllarca yer ettikleri sosyal statülerin gitmesi, isimlerinin de kaybolması demekti. Artık çomak geçi, gırdoğu geçinin oğlağı, gulağı dilik, Halep geçi, küpeli, gabış, poşu bilezik, şelek, büsülü, sıçan eniği; eşşekler gırca, gır sıpa, taksi; köpekler gök güdük, ak köpek, ütük minik olmayacaktı. Toka çan, gildirek sesi duyulmayacak, belki de gök güdük gece yarısı hiç havlamayacaktı. Belki de arada can dostuyla oynayan sarı büsü de çekip gidecekti. Belki gazan, guplu, yağ toplanan topak bakır, topak tas, yannık, bişşek hepsi hepsi onlarla birlikte kaybolup gidecekti. Süt evine bile gerek kalmayacaktı belki de… Artık dedi ana “Süt çöplerini de bir yerlerinize…” Çok kötü hissetti Aşşa Ana kendini tutamadı bir an, ağladı ağladı… Kendisi için hayatın bittiğini düşündü. Kolay değildi. Doğduğundan itibaren onların içinde büyümüş; çocukluğunu, gençliğini, ümitlerini, sevinçlerini, kızgınlıklarını, türkülerini, aşklarını onlarla paylaşmış ve onlarla birlikte dokumuş yıllara nakış nakış… Sabaha kadar kimse uyumadı. Kimi davardan kurtulacağız diye sevinçten kimi de üzüntüden… Sabahtan davar için aracı olan Hasan Emmi ile davar alıcısı gelecek, hepsini toplayıp gidecekti.
    O gece tam bir kâbus gibiydi. Yeni bir dönemin başlangıcının sancısı girmişti adeta tüm midelere. Herkes yatakta dönüp duruyor, yarı uyanık yarı uykulu yeni davarsız-oğlaksız bir hayatın muhasebesini yapıyordu içten içe… Yarım yamalak uykusu ile Aşşa Deyze birkaç defa dönüp yarı uyanık debelenen esmer çocuğunun başını, yılların çilesini çeken sönmüş göğüslerine bastırıp dakikalarca poyrazda güneşte kavrulmuş, toprak, kir, ter karışımlı ekşi kokusunu çekti içine tekrar tekrar, belli belirsiz bir hıçkırıkla… Kim bilir yüzü yanık esmer çocuk belki de onun otoriter dünyasında dertleşebileceği, teselli bulabileceği tek masum kişiydi; ya da her şeyini kaybedeceğini düşündüğü yeni hayatında onun da geleceğine üzülüyordu. Kim bilir?
    O sabah yine her sabahki gibi ocak yakıldı, saç küllendi, senit kuruldu, bazlamalar ve sıkmalar dökülmeye başladı. Günün tek farkı, erkenden davara oğlağa gidilmemişti. Hayvanlar ağıllarında, kuzluklarında kendilerine çizilen kaderlerini bekliyorlardı. Ortalıkta derin bir sessizlik, ağır bir hava vardı. Evin anası yine her zamanki el çabukluğu ile bir taraftan bazlama atıyor bir taraftan da sıkmasını bitirmeye çalışıyordu. Geçim zoru ile her şeyi hızlı yapmaya alışan Aşşa Deyze davar satıldıktan sonra biraz yavaşlayacak mıydı? Bilinmez. “Peyniri bol bol koyun, bundan sonra alır olursunuz…” dedi. Bu, o sabah evdekilere sarf ettiği “Günaydın” anlamındaki ilk mesajıydı. Evdekiler de bunun farkındaydı. Hiç kimse seslenmiyordu. Zira elindeki oklava her daim hedefe gitmeye hazırdı. “Gıpıştayın, adamlar gele-soldu” dedi bir süre sonra. Gök güdük, olan bitenin farkındaymış gibi o sabah kapıya çok yakın bir yere yatmış, kendinin de gönderileceğinden korkarak evin içine sokulmuştu. Başını kapının eşiğine koymuş, adeta kaderine teslim olmuş gibiydi.
    Biraz sonra Hasan Emmi ile yanında kara şalvarlı, kirli sakallı, geniş yüzlü, yanakları kıpkırmızı bir adam Bedford Kamyon’dan indi. Adamın oğlu da kamyonu sürüyordu. O, kamyondan hiç inmeden “Nere yanaşacağız?” dedi. İşte o an, yanık yüzlü esmer çocuk tüm bu yaşananların bir oyun olmadığının farkına varabildi. Bir an en sevdiği Halep kırması keçinin hafif kirli sarı, boğazında minik küpeleri olan oğlağı “Sıçan Eniğini” düşündü. O da mı gidecekti? Acaba onu evde bırakmanın bir mahsuru var mıydı?
    Hasan Emmi kısa süren merhaba faslından sonra “Hazırladınız mı davarı oğlağı?” dedi. “Sayı tamam mı? Dün konuştuğumuz gibi değil mi?” diye sordu. Prosedürlerle uğraşacak çok az zamanı var gibiydi. O kadar basit miydi? Yılların emeği, hayat tarzı, sesler, renkler ve nakış nakış dokunan yüzlerce nefes, şalvarın cebinden çıkarılan bir tomar kâğıt parçası mı ediyordu? O nefesler, o canlar, her biri bir aile ferdiydi. Ya o isimler ne olacaktı? O isimler Torosların yamaçlarında yankılanmayacak mıydı bir daha? Kır doğu geçinin oğlağı, çomak gök geçi, gulağı dilik, Halep geçi, küpeli, gabış, poşu bilezik, şelek, büsülü, sıçan eniği, İreyis… Kendisinin uydurduğu, ailesinin bildiği bilmediği onlarca isim… Geceleri yaylanın başında tanıdık bir senfoni gibi gelen gildirek sesleri… Boynun kaşıyan bir davarın langırt langırt toka çanı… Bunların gideceği düşüncesi bile çocuğu farklı bir dünyaya götürdü, gözleri yaşardı. Çocuk üzüntüden ağlamayı daha bilmiyordu. O hep dayak yenildiği zaman ağlanır diye biliyordu. Sanırım bu bir ilk olacaktı… Aynı hüzünlü duyguyu yıllar sonra ablası gelin olduğunda da hissedecekti.
    Hemen kamyonu yanaştırdılar ve davar-oğlak karışık, küreme-küş dolduruverdiler. Bir vedalaşma bile yapamadan… Adam hafiften yan yatarak şalvarın uzun ince cebinin dibinden şeffaf naylona sarılı bir tomar para çıkardı. “Sayın” dedi. “Tam 45 bin lira.” Paralar sayıldı ve teslimat yapıldı. Zaten kara olan Aşşa Deyze iyice kararmıştı. Kendini zor zapt ettiği belliydi. Sanki yağmak üzere olan Göktepe’nin üzerindeki kara bulutlar gibiydi. Ama bu defa yağışın çok şiddetli, gök gürültülü, patırtılı olacağı belliydi.
    Bedford Kamyon çalıştırıldı ve büyük bir gürültü ile uzaklaştı. Ev ahalisi birbirlerinin yüzüne bakakaldı. Yıllarca bin bir emekle nakış nakış dokunan bir hayat tarzı, her biri doğduğunda yeni bir çocuk doğmuşçasına sevinilen canlar, özel seçilmiş sesler, çanlar, gildirekler… Hepsi hepsi bir anda gidivermişti. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Davarın satılmasını isteyenler bile bu kadar ani bir değişim beklemiyorlardı veya sonuçlarının bu kadar etkili olabileceğini… Gök güdük bile biraz ötede sessizce ağlıyordu. Köpeğin ağladığına ilk defa şahit olmuştu esmer çocuk. Sarı büsü ortalıkta görünmüyordu. Kim bilir belki o da bir yerlerde ağıt yakıyordu.
    Yeni dönemin açılış konuşmasını Aşşa Deyze’nin yapması bekleniyordu ve beklendiği gibi de oldu. Kapkara olan yüzü önce kızardı bozardı, hıçkırıklarla ağlamaya başladı sonra. Ev ahalisi onun ağladığını hiç görmemişti. O hep gizli ağlardı. Zira ağlamak onun için bir zaafiyet sayılır, evdeki otoriteye halel getirebilirdi. Ağladı ağladı. Evdekiler de bir süre kendi köşesinde gözyaşı döktü. Kolay değildi Aşşa Deyze için. Çocukluğundan itibaren nerdeyse her adımını o keçicikleriyle beraber atmıştı; onlarla sevinçlerini, hüzünlerini, sırlarını paylaşmıştı. Ve şimdi hepsi bir anda gidivermişti…
    Bir süre ağladıktan sonra kalktı Ayşe Deyze. Davara, oğlağa ait ne varsa dışarı fıştırdı, attı, attı… Gırklık, gazan, guplu, topak tas… En son peynir mayası için saklanan gursak… Kimse “Ana ne yapıyorsun?” demedi, diyemedi de… Bağırdı çağırdı… Hıncını aldı onlardan, rahatladı biraz. Kendine gelince “Gidip davarı geri getireceğim” dedi. “Ana, olmaz ne yapıyorsun?” dediler. Onları dinlemedi ve arkasına bakmadan gitti.
    Öğleden biraz sonra geri döndü. Yıkılmış, yenilmiş, hüzünlü bir yüzle… Davarsız, oğlaksız… Bedford Kamyon çoktan seyile inmişti. Sabaha göre biraz sakinleşmiş görünüyordu. Çocukluğunun, gençliğinin geçtiği davar-oğlak güttüğü dağlarda, kayalarda “yakım yakıp” ağladığı belliydi. Gelirken de yeni hayatının muhasebesini yapmış ve yeni dönemi kabullenmiş gibi görünüyordu. Ortalık sakinleşince tekrar inekleri çoğaltma fikri masaya yatırıldı. Artık yüzü yanık esmer çocuk için bol inek gütmeli Aytapırı ve seyildeki kelete günleri başlayacaktı.
    Prof. Dr. Halis Oğuz, ondukuzmartikibinondört

  2. Bu süreci 75-80’li yıllarda bizzat yaşadım. Bu yüzden gözyaşları ile okudum; adeta bir kez daha yaşadım. TEBRİKLER.
    Aynı konuyu işleyen 2014 Mart ayında “BEDFORD KAMYON” isimli bir hikaye yazmıştım. Sanki aynı duygular… Farklı kelimeler ve cümleler 🙁 Aşağıda ekliyorum.

    Prof. Dr. Halis Oğuz, ondukuzmartikibinondört
    BEDFORD KAMYON
    Akşamları yükdibe yaş sırasına göre her döşeğe ve yorgana ikişer tane düşecek şekilde uç uca dizili çocuklar yavaş yavaş yuvadan uçmaya başlamışlardı. Çocuk zincirinden her sene bir halka kopuyordu. Bu gidişlerin asla bir gelişi olmayacaktı. Bu gerçek her ne kadar bilinse de bu duruma alışmak zorunda olduğunun herkes farkında idi. Her azalan sayı getirdiği psikolojik ağırlığın ötesinde diğerleri üzerinde ciddi bir “yumuş yükü” de bindiriyordu. Yuvadan uçanlar, evlenip çıkanlar oldukça evde davara oğlağa bakanların sayısı gün geçtikçe azalıyordu. Yaylada seyilde, goyaklarda, gıraçlarda, minik keletelerde, daracık coğrafyada o kadar mal-melel arasında geçimi çevirmek zorlaşıyordu. Hayvanları dar alanlarda zapt etmek ve gütmek zaten zor, bir de obanın zararına gitmesi işi çığırından çıkarıyor, yeni sosyolojik sonuçlar doğuruyordu. Davarın, oğlağın ve bunlara bağlı olarak eşeğin, köpeğin kahrı artık gün geçtikçe zorlaşıyordu.
    Bu durum hem analık hem babalık görevini üstlenmiş olan Osmanlı Kadını Aşşa Deyze’nin zihnini meşgul ediyordu. Artık çocukların davar-oğlak serzenişleri ve geçim daylısı arasında seçim yapmak zorunda kalıyor ve geceleri uykusu kaçıyor, gece yarısı sırtına kene gibi yapışık oğlak çobanı esmer çocuğa dönerek yüzüne dökülen saçlarını parmaklarıyla geri tarıyor, kokulu bir öpücük konduruyor, adeta çocuğu ciğerlerine çekiyordu. Güneş ve poyraz yanığı, toprak, kir, ter kokusunun karışımı evlat parfümü bu kadar mı güzel kokardı?
    “İnekleri çoğaltalım” diyordu çocuklar, onlarla geçiniriz; davarı satalım. “Hatta ben güdeceğim inekleri, söz” dedi esmer çocuk. “Yaylada hep ben güdeceğim. Seyilde de okuldan gelince güderim. Dersi ineğin ucunda yaparım” diyordu. Papatya, gelincik kokulu halı gibi keletelerde yatıp ders yapması ne de güzel olurdu… Taa ki inekler mısmıs gelip “Kalk, altındaki otları da yayılacağım” diyene kadar…
    O akşam az sayıda üyesi kalan aile meclisi toplandı ve tarihi karar verildi davar satılacaktı. Davarın satılması demek eşeğin köpeğin katırın da gitmesi demekti. O daracık coğrafyada insanlar ve hayvanlar o kadar iç içe yaşamışlardı ki, onlar adeta birer aile bireyi olmuşlardı. Bunların gitmesi demek hepsinin ailede yıllarca yer ettikleri sosyal statülerin gitmesi, isimlerinin de kaybolması demekti. Artık çomak geçi, gırdoğu geçinin oğlağı, gulağı dilik, Halep geçi, küpeli, gabış, poşu bilezik, şelek, büsülü, sıçan eniği; eşşekler gırca, gır sıpa, taksi; köpekler gök güdük, ak köpek, ütük minik olmayacaktı. Toka çan, gildirek sesi duyulmayacak, belki de gök güdük gece yarısı hiç havlamayacaktı. Belki de arada can dostuyla oynayan sarı büsü de çekip gidecekti. Belki gazan, guplu, yağ toplanan topak bakır, topak tas, yannık, bişşek hepsi hepsi onlarla birlikte kaybolup gidecekti. Süt evine bile gerek kalmayacaktı belki de… Artık dedi ana “Süt çöplerini de bir yerlerinize…” Çok kötü hissetti Aşşa Ana kendini tutamadı bir an, ağladı ağladı… Kendisi için hayatın bittiğini düşündü. Kolay değildi. Doğduğundan itibaren onların içinde büyümüş; çocukluğunu, gençliğini, ümitlerini, sevinçlerini, kızgınlıklarını, türkülerini, aşklarını onlarla paylaşmış ve onlarla birlikte dokumuş yıllara nakış nakış… Sabaha kadar kimse uyumadı. Kimi davardan kurtulacağız diye sevinçten kimi de üzüntüden… Sabahtan davar için aracı olan Hasan Emmi ile davar alıcısı gelecek, hepsini toplayıp gidecekti.
    O gece tam bir kâbus gibiydi. Yeni bir dönemin başlangıcının sancısı girmişti adeta tüm midelere. Herkes yatakta dönüp duruyor, yarı uyanık yarı uykulu yeni davarsız-oğlaksız bir hayatın muhasebesini yapıyordu içten içe… Yarım yamalak uykusu ile Aşşa Deyze birkaç defa dönüp yarı uyanık debelenen esmer çocuğunun başını, yılların çilesini çeken sönmüş göğüslerine bastırıp dakikalarca poyrazda güneşte kavrulmuş, toprak, kir, ter karışımlı ekşi kokusunu çekti içine tekrar tekrar, belli belirsiz bir hıçkırıkla… Kim bilir yüzü yanık esmer çocuk belki de onun otoriter dünyasında dertleşebileceği, teselli bulabileceği tek masum kişiydi; ya da her şeyini kaybedeceğini düşündüğü yeni hayatında onun da geleceğine üzülüyordu. Kim bilir?
    O sabah yine her sabahki gibi ocak yakıldı, saç küllendi, senit kuruldu, bazlamalar ve sıkmalar dökülmeye başladı. Günün tek farkı, erkenden davara oğlağa gidilmemişti. Hayvanlar ağıllarında, kuzluklarında kendilerine çizilen kaderlerini bekliyorlardı. Ortalıkta derin bir sessizlik, ağır bir hava vardı. Evin anası yine her zamanki el çabukluğu ile bir taraftan bazlama atıyor bir taraftan da sıkmasını bitirmeye çalışıyordu. Geçim zoru ile her şeyi hızlı yapmaya alışan Aşşa Deyze davar satıldıktan sonra biraz yavaşlayacak mıydı? Bilinmez. “Peyniri bol bol koyun, bundan sonra alır olursunuz…” dedi. Bu, o sabah evdekilere sarf ettiği “Günaydın” anlamındaki ilk mesajıydı. Evdekiler de bunun farkındaydı. Hiç kimse seslenmiyordu. Zira elindeki oklava her daim hedefe gitmeye hazırdı. “Gıpıştayın, adamlar gele-soldu” dedi bir süre sonra. Gök güdük, olan bitenin farkındaymış gibi o sabah kapıya çok yakın bir yere yatmış, kendinin de gönderileceğinden korkarak evin içine sokulmuştu. Başını kapının eşiğine koymuş, adeta kaderine teslim olmuş gibiydi.
    Biraz sonra Hasan Emmi ile yanında kara şalvarlı, kirli sakallı, geniş yüzlü, yanakları kıpkırmızı bir adam Bedford Kamyon’dan indi. Adamın oğlu da kamyonu sürüyordu. O, kamyondan hiç inmeden “Nere yanaşacağız?” dedi. İşte o an, yanık yüzlü esmer çocuk tüm bu yaşananların bir oyun olmadığının farkına varabildi. Bir an en sevdiği Halep kırması keçinin hafif kirli sarı, boğazında minik küpeleri olan oğlağı “Sıçan Eniğini” düşündü. O da mı gidecekti? Acaba onu evde bırakmanın bir mahsuru var mıydı?
    Hasan Emmi kısa süren merhaba faslından sonra “Hazırladınız mı davarı oğlağı?” dedi. “Sayı tamam mı? Dün konuştuğumuz gibi değil mi?” diye sordu. Prosedürlerle uğraşacak çok az zamanı var gibiydi. O kadar basit miydi? Yılların emeği, hayat tarzı, sesler, renkler ve nakış nakış dokunan yüzlerce nefes, şalvarın cebinden çıkarılan bir tomar kâğıt parçası mı ediyordu? O nefesler, o canlar, her biri bir aile ferdiydi. Ya o isimler ne olacaktı? O isimler Torosların yamaçlarında yankılanmayacak mıydı bir daha? Kır doğu geçinin oğlağı, çomak gök geçi, gulağı dilik, Halep geçi, küpeli, gabış, poşu bilezik, şelek, büsülü, sıçan eniği, İreyis… Kendisinin uydurduğu, ailesinin bildiği bilmediği onlarca isim… Geceleri yaylanın başında tanıdık bir senfoni gibi gelen gildirek sesleri… Boynun kaşıyan bir davarın langırt langırt toka çanı… Bunların gideceği düşüncesi bile çocuğu farklı bir dünyaya götürdü, gözleri yaşardı. Çocuk üzüntüden ağlamayı daha bilmiyordu. O hep dayak yenildiği zaman ağlanır diye biliyordu. Sanırım bu bir ilk olacaktı… Aynı hüzünlü duyguyu yıllar sonra ablası gelin olduğunda da hissedecekti.
    Hemen kamyonu yanaştırdılar ve davar-oğlak karışık, küreme-küş dolduruverdiler. Bir vedalaşma bile yapamadan… Adam hafiften yan yatarak şalvarın uzun ince cebinin dibinden şeffaf naylona sarılı bir tomar para çıkardı. “Sayın” dedi. “Tam 45 bin lira.” Paralar sayıldı ve teslimat yapıldı. Zaten kara olan Aşşa Deyze iyice kararmıştı. Kendini zor zapt ettiği belliydi. Sanki yağmak üzere olan Göktepe’nin üzerindeki kara bulutlar gibiydi. Ama bu defa yağışın çok şiddetli, gök gürültülü, patırtılı olacağı belliydi.
    Bedford Kamyon çalıştırıldı ve büyük bir gürültü ile uzaklaştı. Ev ahalisi birbirlerinin yüzüne bakakaldı. Yıllarca bin bir emekle nakış nakış dokunan bir hayat tarzı, her biri doğduğunda yeni bir çocuk doğmuşçasına sevinilen canlar, özel seçilmiş sesler, çanlar, gildirekler… Hepsi hepsi bir anda gidivermişti. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Davarın satılmasını isteyenler bile bu kadar ani bir değişim beklemiyorlardı veya sonuçlarının bu kadar etkili olabileceğini… Gök güdük bile biraz ötede sessizce ağlıyordu. Köpeğin ağladığına ilk defa şahit olmuştu esmer çocuk. Sarı büsü ortalıkta görünmüyordu. Kim bilir belki o da bir yerlerde ağıt yakıyordu.
    Yeni dönemin açılış konuşmasını Aşşa Deyze’nin yapması bekleniyordu ve beklendiği gibi de oldu. Kapkara olan yüzü önce kızardı bozardı, hıçkırıklarla ağlamaya başladı sonra. Ev ahalisi onun ağladığını hiç görmemişti. O hep gizli ağlardı. Zira ağlamak onun için bir zaafiyet sayılır, evdeki otoriteye halel getirebilirdi. Ağladı ağladı. Evdekiler de bir süre kendi köşesinde gözyaşı döktü. Kolay değildi Aşşa Deyze için. Çocukluğundan itibaren nerdeyse her adımını o keçicikleriyle beraber atmıştı; onlarla sevinçlerini, hüzünlerini, sırlarını paylaşmıştı. Ve şimdi hepsi bir anda gidivermişti…
    Bir süre ağladıktan sonra kalktı Ayşe Deyze. Davara, oğlağa ait ne varsa dışarı fıştırdı, attı, attı… Gırklık, gazan, guplu, topak tas… En son peynir mayası için saklanan gursak… Kimse “Ana ne yapıyorsun?” demedi, diyemedi de… Bağırdı çağırdı… Hıncını aldı onlardan, rahatladı biraz. Kendine gelince “Gidip davarı geri getireceğim” dedi. “Ana, olmaz ne yapıyorsun?” dediler. Onları dinlemedi ve arkasına bakmadan gitti.
    Öğleden biraz sonra geri döndü. Yıkılmış, yenilmiş, hüzünlü bir yüzle… Davarsız, oğlaksız… Bedford Kamyon çoktan seyile inmişti. Sabaha göre biraz sakinleşmiş görünüyordu. Çocukluğunun, gençliğinin geçtiği davar-oğlak güttüğü dağlarda, kayalarda “yakım yakıp” ağladığı belliydi. Gelirken de yeni hayatının muhasebesini yapmış ve yeni dönemi kabullenmiş gibi görünüyordu. Ortalık sakinleşince tekrar inekleri çoğaltma fikri masaya yatırıldı. Artık yüzü yanık esmer çocuk için bol inek gütmeli Aytapırı ve seyildeki kelete günleri başlayacaktı.
    Prof. Dr. Halis Oğuz, ondukuzmartikibinondört

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu