Uçsuz bucaksız bir düzlükte duruşu bozkır, görünüşü bozkırdı. Uzun zamandır yağmayan göğünün, kavrulmuş topraktan tek farkı, renginin mavi olmasıydı. Burada mavi, görünmeyen bir bozkırı saklıyordu içinde.
Her mekânın kendine has bir duruşu, görünüşü, albenisi vardır. Kimi tabiat güzelliğiyle, kimi tarihî zenginliğiyle, kimi de yemek kültürüyle çeker kendine. Sonra arada bir bağ oluşur; o size, siz ona bağlanırsınız.
Her ne kadar damadı olmakla bir mecburiyet söz konusu olsa da Atlantı, yemekleriyle beni kendine çekmeyi başarmıştı. Sadece bu da değil. Kaybetmediği birlik ve beraberlik ruhuyla da sevdirmişti kendini. Onun dışında uçsuz bucaksız bir düzlükte duruşu bozkır, görünüşü bozkırdı. Uzun zamandır yağmayan göğün, kavrulmuş topraktan tek farkı, renginin mavi olmasıydı. Burada mavi, görünmeyen bir bozkırı saklıyordu içinde.
Bir gün öncesiydi.
Üç dönüm üzerine kurulmuş, etrafı üç metre uzunluğunda taş duvarla çevrilmiş müstakil evin bahçesinde, kayısı ağacının altındaydım. Bahçe yemyeşildi. Kasabanın, mezarlıktan sonra en çok yeşile sahip yeridir, denilecek kadar yeşildi. Elmasından vişnesine, cevizinden bademine kadar on beş çeşit meyve ağacı vardı içinde. Ve ben kuşluk vaktinde, dalından erik yiyordum. Bu sırada dile geldi caminin hoparlörleri: “Yarın, filancanın 11.00 ile 17.00 arası hayır yemeği vardır. Bütün kasaba davetlidir.”
Yarın oldu.
Evin taraçasında oturmuş, kahvaltı sofrasının kurulmasını bekliyordum. Kayınpederim de taraçaya çıktı. “Kahvaltıyı beklersek aç kalacağız. Haydi, seninle hayır yemeğine gidelim,” dedi. “Olur,” dedim. Merakım, açlığımdan çoktu. Gidilecek yer yakın olduğu için yürümüş, yürürken de konuşmuştuk.
Kasabada iki binden fazla kişi yaşıyordu. Hâliyle organizasyon buna göre yapılmıştı. Bir gün öncesinden hayır sahipleri büyük bir dana kesmişler; çadırları, masaları, ocakları, evin önüne kurmuşlar, aşçı çağırmışlardı. “Bir yemek şirketi ayarlamak varken, neden bu kadar sıkıntıya, masrafa girmişler?” dediğimde, “Bizim kasabanın âdetleri kanun gibidir, değişmez. Cenazelerde de durum böyledir. Hiç kimse cenaze evine boş gitmez; ya yemeği evlerinde yapıp götürürler ya da etli ekmek alıp götürürler. Cenaze sahiplerine yemek yaptırmazlar. Bu durum, en az bir hafta böyle sürer,” diye cevap vermişti kayınpederim. Bu birlik ve beraberlik ruhu, çok hoşuma gitmişti. “Ne güzel, olması gereken bu!” demiştim.
Hayır yemeği verilen yere vardığımızda, beyaz çadırlar altına yan yana kurulmuş on yuvarlak masa, her masanın etrafında halkalanmış yedi kişi ve ayakta bekleşen, birbirleriyle konuşan insanlar vardı. Sıralarını bekliyorlardı. Biz de hayır sahiplerine, “Hazreti Allah hayrınızı kabul etsin,” deyip bekleşenler kervanına katıldık. Hanımların yeri ise, hayır sahiplerinin evinin avlusuydu. Haremlik-Selamlık meselesine dikkat edilmişti.
Gelen giden çok olduğu için masaya oturanlar, önlerine konulan ikramları hızlıca yiyor, doyan kalkıyor, ayakta bekleyenlerden biri, o boşluğu hemen dolduruyordu. Biz de çok beklememiştik.
Önce, yemek mi, çorbamı ayrımına varamadığım –onların deyimiyle– bamya çorbası getirildi. Daha önce hiç yememiştim. Bamyalar, ufak yani çiçek bamyasıydı. Kuşbaşı doğranmış etler de vardı içinde. Masadaki herkes bir yarışın içindeymişçesine yiyordu. Hızlılığın da ötesindeydi bu durum. Sanki daha önce hiç görmemiş, hiç yememiş gibi yiyorlardı. Şaşkınlığımın farkına varmış olacak ki kayınpederim, eğilip kulağıma, “Burası kurtlar sofrası, hızlı olmazsan aç kalırsın.” dedi gülerek.
Bamya çorbasından bir kaşık aldım, sonra bir kaşık, sonra bir kaşık daha… Çorba lezzetliydi. O kadar ki, akşama kayınvalideye yaptırma ve ondan tarifini alıp eve döndüğümde bıkana kadar bu çorbadan kendime pişirme arzusu düştü içime.
Bamya çorbası, Atlantı’nın vazgeçilmez çorbası imiş. Düğün yemeklerinde, hayır yemeklerinde, özel misafirler geldiğinde mutlaka yapılırmış. Çorba tasları kalktıktan sonra üzerinde kavurması bol, pirinç pilavı geldi, ardından içecekler ve irmik helvası… Hava sıcak, yemekler güzeldi. Sofraya ne konulduysa, sofradakilerle beraber afiyetle yedik. Kalktık. Hayır sahiplerine tekrar, “Hazreti Allah hayrınızı kabul etsin,” dedik, dönüş yoluna koyulduk. Sırtımıza ağır bir yük vurulmuş gibi yavaş yavaş yürüyorduk. Yürürken çaktırmadan birkaç defa kayınpederimin göbeğine baktım. İçimde garip bir sevinç peyda oldu.
Bamya Çorbası Tarifi İçin Malzemeler
Bamyaları haşlamak için:
• 100 gr kuru bamya
• Üzerini geçecek kadar sıcak su
• 1 çay kaşığı limon tuzu
Çorbanın yapımı için:
• 300 gr kuzu kuşbaşı
• 2 adet büyük boy soğan
• 2 yemek kaşığı domates salçası
• 1 yemek kaşığı tatlı biber salçası
• 1 tatlı kaşığı tuz
• 3 yemek kaşığı tereyağı
• Üzerini geçecek kadar sıcak su
1. Öncelikle kuru bamyalarımızı elimizle ovalayarak üzerindeki küçük küçük tüylerin dökülmesini, yanlarında bulunan saçakların temizlenmesini sağlıyoruz.
2. Temizlediğimiz bamyaları, kaynar suda 10 dakika haşlıyoruz, haşlarken içine bir çay kaşığı limon tuzu ekliyoruz ki bamyalarımız sünmesin.
3. Yumuşayan bamyalarımızın suyunu süzüp üzerine soğuk su ilave edip şokluyoruz. Şokladıktan sonra bamyalarımızın iplerini çıkarıyoruz.Bamyalar bir kenarda bekleyedursun, biz iç harcına geçelim.
4. İlk olarak etimizi, suyunu çekinceye kadar kavuruyoruz. Üzerine tereyağını ekleyip incecik doğramış olduğumuz soğanlarımızı pembeleşinceye kadar kavuruyoruz.
5. Soğanlarımız kavrulduktan sonra salçalarımızı ekleyip salçanın kokusu çıkana kadar kavurmaya devam ediyoruz.
6. Suyumuzu ilave edip bamyalarımızı ekliyoruz. Suyumuz kaynayınca tuzumuzu ilave edip ocağımızın altını kısıp 30 dakika kısık ateşte pişiriyoruz.
7. Kıvam alan çorbamıza en son limon tuzunu da ekleyip, 10 dakika daha kaynattıktan sonra ocağımızın altını kapatabiliriz.
8. Çorbamızın ilk sıcaklığı geçtikten sonra servise sunabiliriz. Bamya, sıcak sıcak yenir.