Binlerce yıldır misafirperverliğin, dostluğun ve muhabbetin sembolü olan çay, üşüdüğümüzde, yorulduğumuzda, sıcak bir dost sohbetini özlediğimizde hep yanımızdaydı. Kullanımı son derece yaygın, yediden yetmişe herkesin, günün her saatinde içtiği bu şifalı bitki, gündelik hayatımızın vazgeçilmezleri arasındadır. Bir çay cenneti olan ülkemizde yalnız Doğu Karadeniz’de üretilen çay, memleketimizin hemen her bölgesinde özenle demlenir, keyifle içilir.
Bütün dillere Çince’deki ç’a (tcha) ve t’e (theh) kelimelerinden geçen bu efsane bitkiye Türkler çay, Ruslar chay, Araplar şây, Japonlar cha, Avrupalılar tea derler. Kışın yapraklarını dökmeyen, bol yağış alan, dumanlı, ılık ve nemli iklimlerde yetişen; küçük boylu, yarı tropik bir çalı türü olan çay, Çaygiller (Theaceae) familyasındandır. Hindistan, Çin, Sri Lanka, Bangladeş ve Japonya’da yaygın bir şekilde üretilen çayın Arjantin, Azerbaycan, Birmanya, Endonezya, Malezya, Kenya, Mozambik, Brezilya, Şili, Gürcistan gibi kırkın üzerinde ülkede de ekonomik düzeyde tarımı yapılır. Yeryüzünde yetişen bütün çayların hammaddesi ise Çin kamelyasıdır.
Çayın hikâyesi ise yaklaşık beş bin yıl evvel Çin’de başladı. Efsaneye göre Çin imparatoru Shen Nung bir öğle istirahatındayken hizmetlileri efendileri için bir kapta su kaynatıyorlardı. Bu sırada tatlı bir rüzgâr sıcak suya birkaç çay yaprağı düşürür. İmparator, sudan içince yüzüne hafif bir tebessüm yayılır, “İnsanın içini ferahlatıyor, kalbine huzur veriyor.” diye tarif eder. Efsaneler bir tarafa tarihler ilk çay tarımının yaklaşık iki bin yıl önce Çin’de başladığını kaydeder. M.S. 4. asırda Çin’de yaygın olarak tarımı yapılan çay, 7. asırda hanedan ailesi tarafından himaye edilir. İlk çağlarda biraz keyif, biraz da tıbbi nedenlerle içilen çayın şöhreti ise sıcak bir içecek olmasının ötesine geçmesiyle başlar. Binli yıllara gelindiğinde Çin’in en mühim ihracat ürünü hâlini alan çayın damakları titreten o eşsiz lezzeti, Japonları, Moğolları, Türkleri ve diğer Asyalı kavimleri de sarar.
Türklerde ilk çayı Çin’in komşusu olan Hunların içtiğini, Çinlilerle münasebetini devam ettiren Türk hanedanlarının da çay içme geleneğini devam ettirdiğini gösterir. 12. asırda Orta Asya Türkleri arasında İslamiyet’i yayan Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi (k.s.) hakkında anlatılan bir menkıbe ise Türkler arasında çayın ne kadar yaygın olduğunu gözler önüne serer. Türkistan köylerinden birine misafir olan Yesevi hazretlerine ev sahibi sıcak bir içecek ikram eder. İçeceğin tesiriyle ter atan, yorgunluğunun gittiğini hisseden misafir, hoş rayihalı ve fevkalade lezzetli bu şeyin çay olduğunu öğrenince, “Bu şifalı bir bitkidir, hastalarınıza bundan içirin ki şifa bulsunlar, inşallah bu çay kıyamete kadar çok revaç bulur.” diye hususi dua eder.
Çayın İpek Yolu güzergâhını takip ederek Çin’den Osmanlı’ya gelmesi ise Avrupa’dan öncedir. 16. asırdan itibaren Memalik-i Osmaniye’de varlığı bilinen çay hakkında seyyah-ı âlem Evliya Çelebi de Seyahatname’sinde bazı bilgiler verir. 19. asrın ortalarına kadar sınırlı bir kesim tarafından kullanılan çayın, hususiyle Tanzimat’tan sonra değişen hayat tarzıyla beraber içilmesi de artar. Çayın kokusu konaklardan sokaklara yayılınca birer birer çayhaneler açılır ve tiryakilerin “Efendi! Güzel bir çay himmet et” sesleri yankılanır.
Beş bin yıldan beri bilinen, sevilen; efsaneleri, menkıbeleri, deyimleri, şiirleri, sanat ve sanayisi oluşan çaya, Osmanlı medeniyeti yeni bir lezzet ve tat katar. Bu esnada Osmanlı’nın ilk çay üstadları ortaya çıkar. Damadzâde Ebülhayr Ahmed (Çay Risalesi, 1711), Hacı İzzet (Çay Risalesi, 1878), Ali Nazimâ (Çay, 1892), Mehmed Arif (Çay Hakkında Malumat, 1912) gibi kimi müellifler çayın kitabını yazar, kimi mütefekkirler ise bu efsanevî içecek hakkındaki fikirlerini, “Bûyu hoştur, rengi hoştur, ta’mı hoştur, şürbü hoş / Demlenirse pek hoş olur, âfiyetle iç çayı” diyerek kağıda döker.
Bizde çayın içilmesi kadar dikilmesinin de hikâyesi hayli meraklıdır. Birçok idealistin emeğiyle Anadolu’nun Doğu Karadeniz kıyılarında filizlenen çayın ülkemizdeki meşakkatli yolculuğunu anlamak için bir asır öncesine gitmek gerekir. Arşiv vesikaları Türkiye’de ilk çay dikiminin 19. asrın son çeyreğinde Sultan İkinci Abdülhamid devrinde başladığını gösterir. Prof. Dr. Kemalettin Kuzucu’nun araştırmalarına nazaran Anadolu’da ilk defa çay 1878’de Hopa ve Arhavi yöresindeki halk tarafından yetiştirilir. Böylece çayın Doğu Karadeniz macerası bölge halkının Rusya’dan getirdiği çay fidanlarını evlerinin bahçelerine dikmesiyle başlamış olur.
Osmanlı’da çay yetiştiriciliği hakkında bilinen ilk hükümet teşebbüsü ise 1880’li yılların sonunda olur. Japonya’dan ithal edilen çay fidanlarının Bursa’daki çiftliklerde denemesi yapılır. Bu girişimden sonra 1892’de yine Bursa’da, 1894’te İstanbul’da da çay yetiştirilmeye çalışılır. Ancak iklim çay ziraatına elverişli olmadığından bu faaliyetler neticesiz kalır. Bunun üzerine Osmanlı yönetimi 1894’te çay ekimi için daha ciddî ve bilinçli bir teşebbüste bulunarak vilayetlere ziraat müfettişleri gönderip arazi yapısı ve iklim özelliklerinin incelenmesini ister.
Çayın milletlerarası ticaretteki yerini kavrayan Sultan Abdülhamid Han, üretimine büyük önem veriyordu. Bu maksatla Japonya’ya çay fidan ve tohumları sipariş ettiği gibi oradaki çay bahçelerinin de fotoğraflarını çektirir. Ayrıca, Trabzon, Maraş, İzmit ve Bursa havalisinde çay adıyla toplanıp içilen bitkilerin hakiki çay olup olmadıklarının laboratuarlarda incelenmesi için Halkalı Ziraat Mektebi’nde meyvesiz ağaç fidanlığı oluşturulur. Buna ilaveten çiftliklerde çayın ekiminde ve bakımında izlenecek usul ve esasları gösteren bir de talimatnâme hazırlanır. Nihayet 1895’te Japon çay fidan ve tohumları İstanbul’a ulaşır ve padişaha takdim edilir. Ardından İstanbul, Erzurum, Sivas, Ankara, Bursa, Selanik, Aydın, Adana, Halep ve Suriye’deki numune çiftliklerinde çayın ekimine başlanır. Bütün bu çalışmalar çay için seçilen şehirlerin ekolojik şartlarının elverişsizliği sebebiyle bir netice vermez.
1896’da Buharalı Yusuf, Trabzon’da yetiştirdiği çay yapraklarından beyaz çay elde etmeyi başarır ve ürettiği çaydan Sultan Abdülhamid Han’a bir paket hediye eder. Buna hayli memnun olan padişah, Trabzon’a bir heyet göndererek çay ekimine uygunluğunu inceletir. Bu esnada çay ziraatı hakkında bir eser telif eden Hollandalı Hobbis’i de İstanbul’a davet ederek mükâfatlandırır.
Lezzeti Doğu Karadeniz’in, bereketi ülkemizin olan çayın bugünlere gelmesinde ise Rizeli Hulûsi [Karadeniz] Bey, Halkalı Ziraat Mektebi hocalarından Ali Rıza [Erten] Bey ve ziraat mühendisi Zihni [Derin] Bey’in fedakârlıkları unutulmamalıdır. Hulusi Bey, 1912’de Batum’dan tedarik ettiği çay tohumlarını bahçesine eker ve kısa müddet sonra bitki filizlenir. Çay konusundaki tecrübelerini 1919’da raporlaştırıp Ali Rıza Bey’e sunar.
Ali Rıza Bey de Batum’un ziraî yapısını incelemek üzere 1918’de Ziraat Nezareti tarafından Kafkasya’ya gönderilir. Burada yetişen bitkilerin Doğu Karadeniz’de de yetişebileceğine dair rapor hazırlar. 1921’de Yeni Ziraat Gazetesi’nde tefrika edilen ve Türkiye’de çayın ekonomik rolüne değinmesi açısından büyük ehemmiyet taşıyan bu raporlar daha sonra Şimâl-i Şarkî Anadolu ve Kafkasya’da Tedkikât-ı Zirâiyye adıyla kitaplaştırılır. Türkiye’de modern çaycılığın kurucusu kabul edilen Zihni Bey ise, çay ile alakalı çalışmalara 1921’de başlar ve 1924’te ilk çay kanununu meclisten çıkartır. İlerleyen yıllarda Rize’deki ziraati koordine etmekle vazifelendirilen Zihni Bey, çay yetiştirme projesini daha bilinçli hâle getirir. Köylüye dağıtılan fidanların mahsul vermesiyle beraber topraktan yaprağa umutlar yeniden filizlenir. Böylece çay, Doğu Karadeniz Bölgesi’ne mahsus, sahilden dâhile, dağların tepelerine kadar araziyi kaplayan bir bitki olmasının ötesinde milli içeceğimiz hâlini alır. Sonuçta, ülkemiz çay üretiminde dünyada üçüncü, içiminde ise birinci sıraya yükselir.