Devrin en ileri teknolojisiyle, devasa, ihtişamlı, azametli bir gemi yapılır. Görenler hayranlıkla gemiye bakarken, bu geminin asla batmayacağı şeklinde iddialı cümleler, yapılan bu gemiye kutsiyet atfeder bir boyuta gelir. Romalıların kibir abidelerini andırır şekilde okyanusu aşmak üzere yola çıkarılan gemi, henüz ilk seferinde, buz kütlesine çarparak okyanusun derinliklerine gömülür. Olmaz denilen olmuş, batmaz denilen gemi batmıştır.
Titanic’in batışı bir ibret vesikası olarak dilden dile anlatılırken, bu tür hadiseler, hayata nereden bakılması gerektiğini gösteren bir serlevha gibidir. Materyalist düşüncenin bakışıyla, bu gemi batmayacaktır/batmamalıdır. Az bir tevazu bakış açısıyla söylenseydi, Allah’ın izniyle batmayacaktır, denilebilirdi. Devrin en gelişmiş gemisini yaptık deyip, Allah’a tevekkül edilirdi.
İnsanlık tarihi, olduğundan daha fazla değer atfedilen ve anlam yüklenen hadiselerle örülüdür. Bir çan kulesinden başka bir şey olmayan Pisa Kulesi, bunlardan birisidir. Antik oyunların olimpiyatlara dönüştürülüp popüler hale getirilmesi ise bambaşka bir maddedir. Sadece yapılar değil insanlar tarafında da devrinde ahlaksızlığından başka elinden bir şey çıkmayan, sonradan methiyeler düzülen kişiler az değildir. Günümüzdeyse olduğundan fazla değer atfedilen konuların başında spor kulüpleri, film artistleri gelir.
Bunun gibi hayata nereden bakmalı, diye bocaladığım günlerde, Titanic hadisesi, nazarımda popüler söylemlerden, tartışmalardan öte bir anlam ifade etmiyordu. Titanic’in batışı üzerinden geçen zaman, bir asırdan fazla olsa da dilden dile anlatılan, bir şekilde popüler kültür unsuru haline dönüşen hadise, genç dimağlarda kendine yer bulabiliyordu ve benim için de öyleydi. Batmaz denilen geminin nasıl olup da battığı, zihnimi meşgul ediyordu. Devasa gemiyi gözümde canlandırıyor, kaç kişinin öldüğü, kaç kişinin kurtulduğu, geminin son durumu gibi birçok detayı -nedense- hafızamda tutuyordum.
O günlerde, bir süre, şehirdeki kızının evinde -bu ev, Yukarı Tekke’ye çıkan yokuşun hemen yanında yer alıyordu- müsafir olan dedem, köye geldiğinde şöyle demişti: “Yukarı Tekke’ye çıkınca insan, hayata bambaşka bir gözle bakıyor. Kayaların ötesine uzanan şehri, küçük birer silüete dönüşen insanları, durmaksızın gelip geçen arabaları görüyorsunuz. Diğer tarafta ağaçların, türlü çeşitli otların altında kalmış kabirleri; sağa sola kaymış, yazıları okunmaz olmuş mezar taşlarını; henüz toprağı taze, bir tahtaya isim düşülmüş yahut asırlar öncesinden kalma, üzerindeki yazılar okunmayan bir mezarı görüyor, isimleri unutulmuş, belki nesilleri kaybolmuş kabir ehlinin, bir zamanlar var olduğunu hissediyorsunuz. İnsana bundan daha ibretlik, farkındalık sağlayan bir şey olabilir mi? Onun için her insan, şehre bir de Yukarı Tekke’den bakmalı, hatta hayata buradan bakmalıdır.”
Yukarı Tekke, Sahâbe-i Kirâm’dan mı tabiinden mi tam bilinmeyen, İ’la-yı kelimetullah için buralara gelen, İslam’ın meşalesini daha uzaklara taşıma gayesiyle hareket eden mübarek bir zatın, Abdulvahhab Gazi Hazretleri’nin, Sivas’ta türbesinin bulunduğu mahaldir. Burada, o zamanlar şehrin dışında kalan, bir yanı uçurum şeklindeki kayalarla sarılı mekanda ilim öğretmek, İslam’ı anlatmak arzusundadır. Kimi zamanda elde kılıç, dilde tekbir, düşman karşısında yerini almaktadır. Şu anda medfun olduğu mahal, türbesi ve camii ile birlikte şehir halkınca Yukarı Tekke olarak anılır.
Heyhat! Hayata nereden bakacağıma karar veremedim. Yolumu bulamadım. Kendimi Haliç Köprüsü üzerinde mütereddit adımlarla yürüyen, doğuya mı batıya mı (Avrupai bir hayat tarzına mı, yoksa köklerinden kopmadan çağa uygun bir hayata mı) yöneleceğini bilemeyen bir roman karakteri gibi uzaktan seyreyledim.
Dedemin, Yukarı Tekke’ye dair sözlerini işittiğim zamanlar henüz oraya çıkmış değildim. Abdulvahhab Gazi Hazretleri’nin varlığından bihaber, birçok kimse gibi şehri seyretmek isteyince istikameti kaleye çevirenlerdendim. Eskiden, yerinde Sivas kalesinin olduğu, şimdi yüksekçe bir tepeye dönüşmüş ve girişte bir temsili kale figürüyle ziyaretçileri karşılayan bu mahalden, şehrin görünen silüetine, gençliğin verdiği gamsızlıkla şöyle bir bakar geçerdik.
Yıllar sonra, hayata nerden bakacağımı kestiremediğim, bocaladığım bir gün, dedemin söylediklerinden ilhamla Yukarı Tekke’ye yol aldım. Evvela cami içinde, küçük bir kapıdan girilen Hazret’in kabrini ziyaret ettim. Ardından bu kapıdan girerken geride, sağ tarafta kalan ve burada medfun olduklarından dahi bihaber olduğum Osmanlı şehzadelerinin hikayelerini okudum, düşündüm, ardından dışarı çıktım. Güneş, şehrin ufuklarında kaybolurken, insanın bir ayağının daima uçurumda olduğu vehmini canlı tutan kayalıkların üzerinde, şehri seyretmeye koyuldum.
Ufuklara baktım, şehri boydan boya süzdüm. Neden sonra, yine dedemin hatırımda kalan sözlerinden ilhamla düşüncelere daldım. Aklımda bir soru: Hayata nereden bakmalıyım?
• Devrimizin, aklı ön plana alan vurgusuyla mı, ecdadın gönle ehemmiyet veren düsturuyla mı?
• Batının sığ maddî bilimselliğiyle mi, maneviyatın derin ve kadim bilgelik irfanıyla mı?
• Modernitenin sekülerlik vurgusu yapan söylem ve fiilleriyle mi, hayatın her alanına şamil İslam hassasiyetiyle mi?
• Hudutsuz bir özgürlük söylemiyle mi, fıtratın sınırlarını dikkate alan hak ve hukuka riayet eden bir hürriyet fikriyle mi?
• Felsefi, epistemolojik meseleleri kavrama uğraşıyla mı; bildiğimle, öğrendiğimle amel etme gayesiyle mi?
• Kendini gerçekleştirme hülyasıyla mı, ulvi hedefler peşinde çaba göstermeyle mi?
• Aşırı özgüven ile mi, yoksa tevekkül ile tezyin edilmiş gayret ile mi?
Heyhat! Hayata nereden bakacağıma karar veremedim. Yolumu bulamadım. Kendimi Haliç Köprüsü üzerinde mütereddit adımlarla yürüyen, doğuya mı batıya mı (Avrupai bir hayat tarzına mı, yoksa köklerinden kopmadan çağa uygun bir hayata mı) yöneleceğini bilemeyen bir roman karakteri gibi uzaktan seyreyledim. Yıllar yılı arada kaldığımı, bocalamanın bundan sebep olduğunu idrak etmiş oldum. Ve bir karara vardım: evvela hayata nereden bakacağımı belirlemeliyim. Böylece elimde bir ölçü olsun, inancımı, ahlakımı, davranışlarımı o ölçüye uydurayım.
Dedem, konuşmasının devamında şöyle demişti: “Yukarı Tekke’de, başka yerde görülenlerin aksine, gidenlerin, terk-i dünya edenlerin varlığını hatırlarsınız. Kendi acziyetinizi görür, bir gün elbet göçüp gideceğinizi idrak edersiniz. Bu, size hayata nereden bakacağınızı gösterir. Bir serlevha gibi…”