İktisatta rakamlar; konuşmada ise kelimeler algıyı belirler. 10 kişilik sınıfta 5 kişi gelmese “Zaten sınıfın %50’si gelmemiş.” cümlesi algıyı özetler. Zihin büyük oran olan %50’ye takılmıştır, 5 kişiyi görmez. İşte algıcılar da “masum mazlum bir çocuk” hüviyetine bürünürler. Onlara göre, önemli olan bilginin doğru ve yanlışlığı değil, sizi neye ikna etmeye ve sürüklemeye çalıştıklarıdır.
Önce itiraf edin. Siz de minik bir algı yaptınız değil mi? Yaşınız sorulduğunda çocukken sırasıyla sayıları, 30’u geçince de doğum tarihinizi söylemeye başladınız. Bu algının en güzel, masum haliydi. Olan bir şeyi farklı şekilde ifade etmekti. Anladınız ki neye inandırılmak istiyorsunuz, bütün veriler ona göre hazırlanabilirdi.
Algı nerelerde nasıl oluşturuluyor, buna hangi bilimler alet ediliyor ve sonunda kandırılmamak için nasıl bir yol izlerdiniz? Hepsi bu yazının içinde misalleriyle anlatılıyor.
İlk dikkat çekici misal
Farklı dillerde yayın yapan bir coğrafya dergisi, dindeki önemli günleri grafiklemişti. Dergide en etkili infografik, bu iki sayfa için ayrılmıştı. Dinlerdeki mukaddes günler hangisinde fazla? En büyük grafik hangisine ait sizce? Göstergebilim gözüyle bakalım. Yahudilik 20’ye yakın günle büyük grafikte birinci sırada idi. İslamiyet ise Uzak Doğu inanç sisteminin yanında küçük bir grafikle yer almıştı. 9 gün, mübarek gün olarak gösterilmişti.
Burada yalan demek ağır olur; ama algı oluşturulmak için sadece dini günlerde verilen tatiller esas alınmıştı. Evet dini günlerdeki resmî tatile bakılırsa arefe günü dahil 9 gün olduğu doğrudur; ama eksiktir.
30 günlük Ramazan-ı Şerif oruç ayını nereye koyacaksın mesela? Umre günleri ve hac ayları nerede acaba? Bunlar mübarek gün sınıfına dahil değil mi? Dahası nafile oruçlar, 5 mübarek kandil… 5 vakit, 40 rekat farz vakit namazları da dine dahil değil miydi? Resmiyete bakıp dinî günler hakkında hüküm vermek ancak bu kadar olabilirdi zaten.
İlluminati ile palazlanan ve biraz da mizaha vurulan süreçte göstergebilim, silah gibi kullanılıyor. Nerede? TV’lerde, sair medya araçlarında. İnsanlar, kendi arzu ve tasvir ettikleri, görmek istedikleri zihni kalıplara dökülmeye çalışılıyor. En fazla da Yahudilere ait inanç ve değerler üzerinden şekillendirilmeye çalışılıyor insanlık tarihi. Buna din sosyolojisi açısından “Yahudi mühendisliği” de denilebilir. Yukarıdaki misal buna kafidir.
Yalanı ruha sindirme operasyonu
Algı; psikolojide, pazarlama sektöründe, sonra da siyasette uygulandı. Esasında psikoloji bilimi ile insanın ruhunu esir almak istiyorlar. Ruhumuzu hacklemek istiyorlar. “Kelimelerle İknanın Psikolojisi” kitabında Joe Vitale bunu anlatmaya çalışmıştır. Birçok psikolog, pazarlamacı veya insanları ikna eden herhangi biri size iki temel motivasyon aracı olduğunu söyleyecektir: “Acı ve zevk.” Bütün reklamların temel kanunudur bu. Bir de ikazı vardır. “Lütfen bu kitabı iyiye kullanın.” Hiç de öyle olmadı. Toplum mühendisliği bir meslek haline getirildi. Anlamak manası olan idrak; algı oluşturmak şekline dönüştürüldü. Algı oyunları başlatıldı. Bu, çok katmanlı bir algoritmaya benzerdi.
Çok katmanlı algı algoritması
Kimse size “yalan söylüyorum” demez. O yüzden yalanı görmeniz sizin idrak seviyenize kalmış. Algı ak ile kara arasında gri bir alan. Yalana geçişte transfer noktası gibi duruyor. Yalana nispetle, algı çok yeni bir kelime ama eskiye uzanan acayip, kendisi gibi karışık bir algoritması var. Önce neyi güzel gösterdiğiniz veya neyi örttüğünüz çok mühim.
Bu araya bazı tarifler giriyor. Mesela kafir, küfrünü gizlemez, imanı ve İslam’ı örter. Mümin ise küfrü örter ve kötüler; imanı ve İslam’ı izhar eder. Peki, bunun arasında bir kelime var mıdır? Evet vardır; münafık, bunun tarifteki adı tam olarak böyle şekilleniyor. Zira münafık, kendi küfrünü süslü sözler ve görseller ile gizler; amma diğer taraftan da imanı ve İslam’ını halka göstermeye çalışır. İşte algının en tehlikeli raddesi budur. Çünkü tarihteki en büyük algı oyunları, münafıklar tarafından sahnelenmiştir.
Şimdi “gösteri çağında” yaşadığımız düşünülürse mürai, yani riya eden, gösteriş yapan nerde duruyor? Hemen biraz gerisinde, çünkü “gösteriş ve nümayiş sevdalıları” kendini görenler iyi kimseler olduğuna inansınlar diye alenen fazlasıyla huşu’ ve iyilik alametleri sergilerler. Yani süslü sözler ve renkler ile şov yaparlar. Yalan, söz ve gözle yapılır.
Onun için algının dini ve itikadı bozmak için yapılan kısmını en net “münafık” kelimesi üzerinden tarif etmek daha görünür kılar. Zira, münafıklık beyaz pirinçle dolu bir kapta beyaz taşlara teşbih edilmiştir. Dişe dokunmayınca varlığından haberdar olunamaz. İşte algı o pirincin içindeki taşlardır. Eğer pirinç için taşlara rıza göstermiş iseniz algıyı yutmuşsunuzdur. Ama siz, pirince giderken evdeki bulgurdan olmayın. Peki, algıyı yaymak için kullanılan malzemeler neler dersiniz?
Algı, uzun bir korku koridorudur
Birincisi “Acı ve korku” sağlık üzerinden; ikincisici “zevk”, ekonomi ve para üzerinden temellendirilir. Ölüm korkusu ile lüks yaşamak arasında ibre en alt kesimden en üst kesime vaatlerle süslenir. “Gelecek ve yeni” kelimeleri her zaman algıyı pazarlama aracıdır. Eskiyi hatırlat, acısını deş, yarasını kanat; kelimelerle süsle, ismini değiştir, “yeni” kelimesini başa yerleştir. Türkiye’de bir zaman acıyla yoğrulan dönemleri “arabesk” diye niteleyip, sonra hiçbir şey olmamış gibi onu popüler kültür ile parlatıp, revaç bulmasını sağlamak, algının uzun soluklu olduğunun delilidir. Acılarla devşirilen olaylar ve kişilerin yıllar sonra revaç bulması başka nasıl anlatılabilir. “Acı beklerse, güzelleşir.” Toplumun kanayan yarası haline getirilir ve devamlı sömürülür. Devamında istatistikler devreye girer.
İnsaflı bir istatistikçi önümüze konan bir anket sonucu karşısında şu soruyu sormamızı öğütler; “Bu sonuca varmak için kaç kişiye anket uyguladınız?” Ya da “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” eserinde Halit Ayarcı gibi her nevi anketin sonucunu baştan verip “Soruları ve sebepleri” mi doldurtuyorlar? Ya da senin almak, duyurmak istediğin cevaplar hangisi, soruları ona göre soralım mı, demektir.
Rakamlarla oynamak
Bir tıp otoritesi falan olmayan mizah yazarı Henry G. Felsen, bir süre önce, iyi bir tedavinin soğuk algınlığını 7 günde iyileştireceğini; kendi haline bırakılırsa bir hafta kadar sürdüğünü yazıyordu. Devam edelim, bir metro inşaatı bitiş süresi 1095 gün gösterilir; halbuki bu 3 yıl demektir. İnsan zihninde yıl, her zaman daha büyüktür ve geçişi yavaştır; ancak günler hızla gelip geçer. Tarihlendirme vazgeçilmezdir.
Tarihin ayarları ile oynamak
İnsanlar tarihi, güncel siyasete malzeme olarak yorumluyor, yorumlarla güncele adapte ediyor. Tarihe bakılan zaviye/bakış açısı çok geniş, her toplumun tarih algısı ve bunun yansıtılması farklıdır.
Mesela asır kelimesi; 40 yıllık bir durum, yarım asra yakın diyerek, 25 yıl çeyrek asır ile zihinde büyük yer kaplar. Bunu en fazla romanlarda görürüz. Hikayede geçen zamanı, birtakım büyük hadiseler ve tarihlendirmelerden yola çıkarak belirleriz. Mesela kişiyi öne çıkarmak istiyorsanız Fatih Sultan Mehmed devrinde, eğer o tarihi öğretmek istiyorsanız 1453 İstanbul’un Fethi’nden sonra denilir. Eğer oryantalist bir bakış açısı ile anlatırsanız Avrupa’nın karanlıkta kaldığı ‘Orta Çağ zamanında’ diyerek sanki Osmanlı’da da Orta Çağ yaşanmış algısını oluşturursunuz.
Gençlerin din algısı
Hıristiyanlık âleminde görülen Rönesans ve Reform; İslamiyet ile yan yana getirilmeye çalışılır. Dinde reform, mezhepsizlik gibi cereyanlar zuhur eder. Tarih, kelime yakınlaştırılmasıyla yanlış bir algı zeminine çekilir. Dahası ekranlar da buna müdahil olur. “Gençlerin din dili” üzerine üniversiteliler arasında yapılan bir çalışma, bunu gözler önüne serer. “Siyasetin ve idarenin ana gündemi olmamasına rağmen, dillerinden dinî motifli sözlerin eksik olmaması hususudur. Din dilinin ve dolayısıyla dinin, siyasî çıkarlar uğruna kullanılması birçok genç için ‘İslam buysa’ yaklaşımıyla dinden uzaklaşması sonucunu doğurabiliyor.”
Tehlikesi de şöyle belirtiliyor. “Güncel siyasî meseleler din kılıfı giydirilerek gençlerin gündemine sokuluyor.”
En doğru değerleriyle tarihin esas sahasına oturtulması, daha doğrusu tarih algısını değiştirmek, ecdadın sahip olduğu itikatla anlatılan tarihin buluşturulmasıyla mümkün. Tarihin ve rakamın yetmediği yerde oranlar devreye girer.
Oranlar; bütün zamanların rekoru
Bir ekonomi uzmanı, gelir tablosunu incelemeye başlar. Emlak gelirlerinin geçen yılın aynı dönemine oranla yüzde 35 artmasının bir rekor olduğunu söyler. Özel sekreteri, artışın sadece yüzde 0.34 olduğunu düzeltmek istemiş. Ekonomist, farkı anlatır:
“Sayılardan birinin öbürünün yüz katı olduğu anlatıldığında çok şey fark eder.” Her sayıyı ifade etmenin birçok değişik yolları vardır. Bazen, oranlar verilir de sayılar ortada görünmez; bu da yanıltıcı olabilir. Bir ülkede uçak sayısı rekor seviyede yüzde 50 oranında artmıştır. Ancak sayıları bilmek daha anlamlıydı. Ülkede 6 uçak vardı; 3 uçak da başka ülkeden alınmıştı.
İyi ambalajlanmış bir anket ve oranlama büyük yalanlardan daha etkilidir. Hem yanlış yere götürür, hem de sizi kimse suçlayamaz. Tıpkı rekor sayıda dana etli döner satan restoranın hikayesi gibi: Dönerleri nasıl bu kadar ucuza sattığını soranlara “Eh biraz da at eti karıştırıyorum, şöyle % 50 kadar.” demiş. Yani, bir dana bir at.
Algıda en dip: Kelime ve rakamlar karması
Kelime ve rakamların harmanlamasında dilbilim kullanılır. Hangi kelime ve cümle, nasıl bir iz, intiba bırakır. Bu kelime seçimleri en fazla hukuk ve ekonomide dikkat çeker. “A ülkesi, gayrisafi yurt içi hasılasına oranla borcu en yüksek ülkeler sıralamasında yüzde 104 ile 38. sırada yer aldı.” Borcu en yüksek, yer aldı, ifadeleri zihinde müspet bir mana çağrıştırıyor. Çünkü insan beyni müspet olanı almaya ve anlamaya daha meyillidir. Aynı cümleyi “Dünya’da en borçlu 38. ülkedir.” olarak okursanız algınız değişebilir.
Devam edelim; aynı algı ve yanılgı “Dolar çıktı, yükseldi.” ifadelerinde görülür. Paranın yükselmesi ve çıkması insanın yüzünü güldürür. Aynı ifade “Dolar karşısında TL şu kadar değer kaybetti.” şeklinde söylense, cebinizdeki para değersizleştiğinden hoşunuza gitmeyecektir. TV, haberler ise hoşunuza gitmeyeni söyleyerek antipatik olmak istemezler. Diğer taraftan, reklam pastasındaki yüzdelik dilimini artırmanın peşindedir. Algılar sağlığınızla da oynar.
Hastane hastalığı
İlginç bir misal, bir ülkede hastane sayısı sürekli artıyorsa o ülke sağlıkta gelişiyor mudur? Evet, dersiniz önce. Eskiden hastane yokluğu çekmiş iseniz “hastalık acınız” varsa, bu kulağınıza hoş gelir. Ancak yan tarafta unuttuğunuz bir bilgi var; eskiden insanlar bu kadar çok mu hasta oluyordu? Bunu sormak aklınıza gelmez.
Devam edelim; ilaç sektörü, eczaneler de hastane sayısına paralel olarak artar. “İlaç, ilacı çağırır.” derler. Böylelikle aklınıza hasta olduğunuzda gideceğiniz bir hastane olmanın rahatlığı siner. Unuttuğunuz şey ise “Keşke hiç hasta olmasam; sağlıklı, doğal, helalinden beslensem.” cümlesidir. Asıl çözüm budur. Yani sağlık sektörünü geliştirmenin ötesinde, sağlıklı ortamı temin etmek.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, yanlış seçilmiş örneklemi istediğiniz sonucu elde etmede kullanabilirsiniz. Rastgele örneklem ne kadar küçükse onunla gönlünüze göre oynamanız da o kadar kolaydır. Mikrofonu tutar, kamerayı ona çevirir, konuşturursunuz. Biraz da İsveçli bilim adamlarını katarsınız içine, şu marka kullananların diş çürüme ihtimali %22’nin altında, dersiniz. Sonuçlar “bağımsız” bir laboratuvar tarafından elde edilmiş ve noter tarafından da onaylanmıştır. Tabii misvak nedir, çoktan unutmuşsunuzdur. Kocakarı ilaçları denilerek geleneksel tıp inkar edilmiş; adını alternatif tıp olarak güncellemiştir. Haberiniz var mı?
Mesela doğal tarımınız elinizden alınıp organik tarım adıyla yine size pazarlanmıştır. Herkes kendi kendinin istatistikçisi, anketçisi olup verileri bir başına mı değerlendirecek? Oturup ham verileri kendisi mi incelemeli? Bu imkânsız. Ancak, kolayca anlaşılabilen bir anlamlılık testi var. Bilgi kaynağı anlamlılık derecesini de veriyorsa neye dayanacağınızı bilirsiniz. Mesela nüfus sayımlarının dünyada 6 milyar insanın yaşadığını söylemesi gibi. Birçok durumda %5 anlamlılık değerinden daha kötüsü kabul edilmez. Bazı durumlarda aranan seviyenin %1 olması şaşırtıcı, değil mi? Peki, doğru bilginin oranın %100 olması gerekmiyor muydu? O zaman işi rakamlara ve oranlara, kelimelere bırakmamak gerekiyor. Ruhuna sahip çık.
Aldatılmamak için
Buraya kadar anlatılanlar, algının görünen kısmıydı. Görünmeyen kısmı neydi? “Mümin, bir yılan deliğinden iki kere sokulmaz.” hadîs-i şerîfi algıya kapılmamayı, kandırılmamayı anlatır. Yani mümin akıllıdır, bir defa hileye aldansa bir daha aldanmaz. Bazı âlimler: “Dünya işlerinde aldanmadığı gibi ahiret işlerinde de iki defa aldanmaz.” demişlerdir.
Eskiden algı; anlamak için kullanılıyordu, günümüzde önceden oluşturulan bir şey. Günümüz neslinin algı düzeyi ise 3 saniyeye kadar düşmüş, yani bu demek oluyor ki her 3 saniyede bir algı oyununa maruz kalıyoruz. Aslında algının en tehlikelisi, dünyalık talep etmek için dini suistimal etmek, bozmak ve dinde olmayan şeyi kendi menfaati için ihdas etmek. Kısacası dinî, dünyevî ihtirasları için kullanmaktır. Bunun için göstergebilim, psikoloji, dilbilimi, istatistik, tarih ve son devrin kirli bilgi kanalları internet ve sosyal medya kullanılıyor; bunlara kaçımız tam manasıyla vakıf olabiliriz. Algı da bu algoritmalar yumağından oluşturuluyor. İnsanın ruhunu, daha ölmeden önce teslim almak, ruhunuza sinmek istiyorlar.
Biliyorlar ki bir fikir ya da hareket, sadece bedeninizi ele geçirmeye çalışmaz. Çünkü beden yaşlanır ve unutur. Çünkü kalıcı olan ruhtur. Bilirler ki ruhî ve kalbî olmayan, oraya iyi ya da kötü şekilde tesir ve hitap etmeyen, hiçbir şeyi başaramaz. Dikkat edin bütün hayatınıza. Acınızı kanatıp, cebinizi boşaltmakla mı korkutuyorlar. Yoksa cehennem azabını unutturmak için, dünyada yalandan bir zevk ü sefa tablosu mu önünüze koyuyorlar.
Dikkat ettiniz mi, bu yazı da baştan sona korkularınızdan beslendi. Ancak siz, bu bilgiyi iyiye kullanın. Algınızı iyi yönetin. Yoksa algılananların dünyasına ve dünyanın yalanlarına hoş geldiniz…