
Kâinatı Algılayışın Tarihi
İnsanlar, Dünya üzerinde yaşarken kimi zaman gözlerini gökyüzüne kaldırır, Güneş, Ay ve yıldızlarla dolu bir manzarayla karşılaşırlardı. Merakla dolu bu bakışlar zamanla, yaşadıkları dünyanın ve evrenin mahiyeti üzerine düşünmelerine yol açtı.
Antik çağlara, yani M.Ö. 7. ve 6. yüzyıllara baktığımızda, insanların evren hakkında fikir yürütmeye başladığını görürüz. Bu dönemde yaygın olan fikir, evrenin sabit ve hareketsiz olduğuydu. Dünya, evrenin merkezinde duruyor, Güneş ve yıldızlar ise onun çevresinde dönen kandiller gibi kabul ediliyordu. Bazı düşünürler, örneğin Miletli Anaksimandros, Dünya’yı, boşlukta duran dev bir silindire benzetmişti. Daha da eskilerde, Thales gibi filozoflar ise Dünya’yı, sonsuz bir su kütlesi üzerinde yüzen bir tahta parçasına benzetirlerdi. Bu benzetmeler, insan aklının evreni anlamlandırmak için henüz ilk adımlarını attığı bir çağın habercisiydi.
Bîrûnî ve Dünya’nın dönüşü
Bu düşünceler yüzyıllar boyunca sürüp giderken, 973–1048 yılları arasında yaşayan büyük bilgin Bîrûnî, konuya farklı bir bakış açısı getirdi. Bîrûnî, başta el-Kanûnü’l-Mes‘ûdî adlı eseri olmak üzere çeşitli çalışmalarında, Dünya’nın kendi ekseni etrafında dönebileceği fikrini ileri sürdü. Ona göre, eğer Dünya dönüyorsa biz bu dönüşü doğrudan hissedemezdik; çünkü atmosfer de Dünya ile birlikte hareket ederdi. Bu nedenle rüzgârlar ya da sular, Dünya’nın dönüşünden dolayı olağanüstü bir şekilde savrulmazdı.
Bîrûnî, bu açıklamasıyla, dönemin bilim anlayışını aşarak Dünya’nın hareketini yalnızca sezgisel değil, aynı zamanda mantıklı bir izah ile temellendirdi. Ne var ki o yıllarda bile, gök cisimlerinin Dünya’nın çevresinde döndüğü fikri hâlâ geçerliliğini koruyordu. Dünya’nın kendi ekseni etrafında dönmesi fikri, kabul görmeye başlasa da evrenin merkezinin Dünya olduğu görüşü değişmemişti.
Galileo ve kozmik devrim
Bîrûnî’nin açtığı bu kapıdan yüzyıllar sonra, Galileo Galilei geçti. Galileo, Bîrûnî’nin Dünya’nın dönüşüne dair mantıksal yaklaşımını bir adım ileri taşıyarak izafî hareket kavramını geliştirdi; yani bir cismin hareketinin, onu gözlemleyen kişiye göre değişebileceğini ortaya koydu. Kendi geliştirdiği teleskopla gökyüzünü gözlemlemeye başladığında, o zamana dek kimsenin göremediği ayrıntılarla karşılaştı. Ay’ın yüzeyinde düzgün ve kusursuz bir küre beklenirken, derin kraterler ve dağlık araziler bulunuyordu. En çarpıcı keşiflerinden biri de, Jüpiter’in çevresinde dönen dört büyük uydunun varlığıydı. Bu durum, evrendeki bütün cisimlerin Dünya’nın etrafında döndüğü fikrine büyük bir darbe indirdi. Çünkü Jüpiter’in kendi etrafında dönen uyduları olması, gökcisimlerinin sadece Dünya’yı merkez almadığını, başka merkezlerin de olabileceğini açıkça gösteriyordu. Artık, zihindeki Dünya’nın evrendeki konumu sorgulanır hâle gelmişti.
Hubble ve Evrenin genişlemesi
1920’li yıllara gelindiğinde, insanlar hâlâ evrenin yalnızca Samanyolu Galaksisi’nden ibaret olduğunu sanıyorlardı. Ancak bu anlayış, Edwin Hubble ve geliştirilmiş olduğu teleskop teknolojisi sayesinde sarsıldı. Hubble, yaptığı gözlemlerle, Andromeda Gökadası’nın, Samanyolu’nun bir parçası olmadığını, bağımsız bir galaksi olduğunu keşfetti. Bu, evrenin düşündüğümüzden çok daha büyük olduğunu gösteren ilk büyük adımdı.
Hubble’ın keşifleri bununla da sınırlı kalmadı. Uzak galaksilerden gelen ışığı incelediğinde, bu ışığın kırmızıya kaydığını fark etti. Bu olay, galaksilerin bizden uzaklaştığının doğrudan bir kanıtıydı. İşte bu bulgularla, evrenin sanıldığı gibi statik değil, dinamik ve sürekli genişleyen bir yapı olduğu ortaya çıktı. Hubble’ın yaptığı keşif, tıpkı bir zamanlar her şeyin Dünya’nın çevresinde döndüğünü sanmanın yanlış olduğunun anlaşılması kadar büyük bir devrimdi. Artık insanlık, yalnızca Güneş Sistemi’nin değil, bütün evrenin de merkezinde olmadığını öğrenmişti. Galaksimiz Samanyolu, evrenin yalnızca sıradan bir noktasında yer alıyordu ve evrenin her noktasında genişleme sürüyordu.
Hubble’ın keşifleri bununla da sınırlı kalmadı. Uzak galaksilerden gelen ışığı incelediğinde, bu ışığın kırmızıya kaydığını fark etti. Bu olay, galaksilerin bizden uzaklaştığının doğrudan bir kanıtıydı.
Özetleyecek olursak:
– Pisagor, Dünya’nın ve gök cisimlerinin hareketlerini anlamaya çalışarak ilk adımları attı.
– Bîrûnî, Dünya’nın kendi ekseni etrafında dönebileceği fikrinin temellerini attı.
– Hubble ise, evrenin devasa bir bütün olduğunu ve sürekli genişlediğini keşfederek, insanın evrendeki yerini yeniden tanımladı.
Teoriler teoriler…
Hubble’ın yaptığı keşifler, insanlık için bir dönüm noktası olmuştu. Fakat ilerleyen yıllarda, James Webb Teleskobu ile yapılan gözlemler de en az Edwin Hubble’ın bulguları kadar değerli ve çığır açıcı olacaktı. Ancak James Webb Uzay Teleskobu’nun getirdiği yeni bilgileri ele almadan önce, insanlığın Evren ve Dünya hakkındaki teorik ilerleyişine birkaç cümleyle değinmek yerinde olacaktır.
Yirminci yüzyılın başlarında, Albert Einstein, evrenin yapısını açıklamak için Genel Görelilik Kuramını geliştirdi. Einstein’ın genel görelilik alan denklemleri, evrenin durağan değil, dinamik bir yapıya sahip olabileceğini gösteriyordu. Einstein, başlangıçta evrenin sabit olduğunu düşünmüş ve denklemlerine kozmolojik sabit adını verdiği bir terim eklemişti. Ancak sonradan, evrenin genişlediği keşfedilince bu eklemeyi “hayatının en büyük hatası” olarak nitelendirdi. Einstein’ın ardından, ünlü matematikçi Kurt Gödel, 1949 yılında, genel görelilik kuramını kullanarak dönen bir evren modeli önerdi.
Gödel’in çözümüne göre, evren belirli bir şekilde dönüyorsa kapalı zaman benzeri eğriler oluşabilir ve bu da teorik olarak zaman yolculuğuna imkan tanıyabilirdi. Gödel’e göre, zaman bizim algıladığımız şekilde ileri akan bir gerçeklik değil, bir tür illüzyondu. Ancak yapılan gözlemler, evrenin bu şekilde döndüğüne dair bir kanıt ortaya koymadı ve Gödel’in, modeli kuramsal bir fikir olarak kaldı.
2000’li yıllarda ise, fizikçi Nikodem Popławski, daha sıra dışı bir teori ortaya attı. Popławski’ye göre, evrenimiz bir kara deliğin içinde doğmuş olabilirdi. Ona göre büyük patlama (Big Bang), başka bir evrende oluşmuş bir kara deliğin içindeki maddenin çökmesiyle yeni bir uzay-zaman bölgesi oluşturmuştu. Bu hipotez, evrenin başlangıcı hakkında alternatif düşünceler sunmakla birlikte henüz gözlemsel olarak doğrulanamamıştır.
2000’li yıllarda ise, fizikçi Nikodem Popławski, daha sıra dışı bir teori ortaya attı. Popławski’ye göre, evrenimiz bir kara deliğin içinde doğmuş olabilirdi. Ona göre büyük patlama (Big Bang), başka bir evrende oluşmuş bir kara deliğin içindeki maddenin çökmesiyle yeni bir uzay-zaman bölgesi oluşturmuştu.
James Webb ve derin uzay
Ancak ne Einstein’ın, ne Kurt Gödel’in ne de Nikodem Popławski’nin ortaya koyduğu teoriler kesin doğrulanmış değildi. Çünkü James Webb Uzay Teleskobu, son yıllarda gönderdiği derin uzay fotoğraflarıyla, evren hakkında bambaşka fikirlere dayanak sunuyordu. James Webb, kızılötesi dalga boylarını gözlemleyerek evrenin daha önceki dönemlerine ait ışıkları görüntüleyebiliyordu. Bu sayede, geçmişin henüz oluşmakta olan galaksilerini, yıldız kümelerini ve ilk gezegen sistemlerini gözler önüne serdi.
Hubble Uzay Teleskobu, yalnızca belirli galaksi yapılarını göstermişken James Webb, yeni doğmuş yıldız sistemlerini, hatta başka yıldızların çevresinde dönen gezegenlerin atmosfer bileşimlerini ayrıntılı şekilde analiz edebiliyordu. Bu gelişmeler, başka gezegenlerde hayat arayışı için devrim niteliğindeydi. James Webb, bir başka önemli gerçeği de ortaya çıkardı: Evrenin derinliklerinde galaksilerin bütünü aynı yönde dönmüyordu. Bazı galaksiler, saat yönünde, bazıları ise saat yönünün tersinde dönüyordu. Bu gözlemler, evrenin yalnızca genişlemediğini, aynı zamanda belli bir düzen içinde dönme hareketleri de sergilediğini ortaya koydu.
İnsanlık bir kez daha bir yol ayrımına geldi: Kimi bilim insanları, içinde bulunduğumuz kozmosun belki de devasa bir kara deliğin tekilliğinde oluşmuş bir yapılar sistemi olabileceğini öne sürdüler. Bazıları ise, bütün bu düzenin, insanın kendi hakikatini bulması için kurulmuş ilahi bir sahne olduğunu dile getirdi. Ne olursa olsun, bütün bu düşünceler, insanın bir gün başını kaldırıp gökyüzüne bakmasıyla başlamıştı. Fakat o zamana kadar bakanların çoğu, yalnızca gözleriyle bakabilmişti. Bundan sonrası için, görebilmek artık kalbin gözüyle bakmayı gerektiriyordu.
Derin bir bakış
Evren, Birunî’nin, Galileo’nun, eski filozofların döneminde de bugün olduğu gibi kendi yasaları çerçevesinde hareket ediyor. Onlar, anlayabildikleri kadarını kavrayarak bu dünyadan göçtüler. Bugün yaşayan insanlar da kendi çağlarının teknoloji ve bilgi birikimi ölçüsünde gözlem yapıyor, yorumlar üretiyorlar. James Webb, yeni görüntüler göndermeye devam edecek ve evrenin bilinmeyen katmanlarında yeni sırlar ortaya çıkacak.
Ancak bütün bu keşifler sürerken insanlar doğacak, insanlar ölecek. Dünya’ya gözlerini açan her yeni insan, bir gün başını kaldırıp gökyüzüne bakacak; ya da teleskoplardan gelen görüntülere dalarak kendi gözleriyle gördüğü kadarını anlayacak. Kimisi evrenin yapısını ve büyüklüğünü kendi varlığı merkezinde yorumlayacak, kimisi ise bu eşsiz düzeni, Hazreti Allah’ın kudreti ve hikmetiyle ilişkilendirerek anlamaya çalışacak.
Ve zaman, insanlar değişse de, bakışlar farklılaşsa da akmaya devam edecek…