Hisleriniz Sizi Avlamasın
Hisleriniz Sizi Avlamasın!
Ümit Yüksel
Bir reklam, bir film, bir kitap, bir gıda herhangi bir alet hangi sektör olursa olsun ilk önce insanı zahiri tarafından yakalamaya çalışır. Bunun için koku, tat, görüntü, dokunma ve işitme hususiyetlerinden faydalanmak mecburiyetindedir. Müşteri, av konumunda olan insan eğer bu beş duyusuna da hakim değilse, dış dünyaya bağımlı olduğu gibi iç dünyası da ele geçirilmek üzeredir.
Göz, ruhun penceresidir. Bu kibar-ı kelam Şemsettin Sami’nin Emsal adlı kitabında geçiyor. Sözün manasındaki vukufiyet dimağı biraz zorluyor. İmdadımıza ise “Göz nereye bakarsa gönül oradadır.” Atasözü yetişiyor. Anlaşılıyor ki dış dünyamızdaki uzuvlarımız, ruhumuza tesir ediyor. Atalar boşuna ‘eline, diline, beline, gözüne sahip çık, gönlün kirlenmesin’ dememişler. Gönülden kasıt kalp ve ruh olsa gerektir.
Zihne ve kalbe giriş noktaları
İnsan dış dünyayı malum üzere havas-ı hamse/beş duyu ile idrak eder. Bu beş duyu aynı zamanda insanın dış dünyasından, zihnine kalbine ulaşan giriş noktalarıdır. Bir an tasavvur edelim, gül bahçeli bir ev, arka planda bülbül sesi ve yalın ayaklarınızla otlar üzerinde oturuyorsunuz. Elinizdeki nefis Osmanlı şerbeti ile damağınızı tatlandırıyorsunuz. Bu beş duyuya da dokunan tasvir içinde kendinizi ne kadar rahat hissettiğinizi, ruhunuzun dinlendiğini hayalinizden bir anlık geçiriverdiniz. Sadece bu iki cümle bile tesir etmeye yetiyordur.
Her gün, hatta her an havas-ı hamsemize dokunan binlerce fotoğraf, yazı, konuşma, haber, şahıs, eşya, hadise ile karşı karşıyayız. Her ne kadar kendimizi muhafaza ettiğimizi söylesek de dış dünyaya açılan duyularımızı da kontrol altında tutup onlara hakim olabiliyor muyuz?
İnsanın sadece nefsine, kendine hakim olması yetmiyor, zira havas-ı hamse/beş duyu, nefsin yardımcıları ve tehlikeli isteklere sürükleyicidir. Bu bilgiye Necib Sühreverdî, Ülkelerin ve Meliklerin İdaresinde Tutulacak Doğru Yol (Nehcü’s-Sülük fî Siyâseti’l – Mülûk) adlı eserinde yer veriyor. Beş duyusunu zabtedemeyenin nefsini, etrafını, idaresinde bulunanları da idare edemediğini, insanın hislerine hakim olamadığında, nefsinin esiri oluşunu hatta bunu canı ile ödeyişini hayvanlar üzerinden misallendiriyor. Eserdeki misalleri biraz açtığımızda, günümüz hayatına tatbik ettiğimizde insanın sadece bir hissinden bile yakalanacağını daha iyi anlıyoruz. Her bir hissin nasıl yönlendirildiğini sokağa attığınız ilk adımdan itibaren görebilirsiniz.
Ses ile dikkati dağılan ceylan
Gürültü kirliliğinden dem vursak da yol kenarlarındaki mağazalardan ve avmlerde çalınan müzikler yükselmeye devam ediyor. Bunun karşısında bir ceylan kadar ürkek duruyoruz. Ceylanı, belgesellerdeki av sahnelerinden tanırız. Geçmişte bu daha çok insanların avıydı. Otladığı yerde yahut yuvasında beklemekte olan bir ceylan yavrusu düşünelim. Avcıya avlanmak korkusundan dolayı her an tam bir uyanıklık üzere dururlar. Ancak, ceylan dikkat üzere iken taş, bakır ve sair aletleri def gibi çalındığında, dinlediği şeyle avcıya karşı olan dikkatini unutur. Avcının kendini avlamak istediğini unutur. Bunu fırsat bilen avcı gelir, ceylanı avlar.
Dokunarak dize getirilen filler
Dokunmak deyince, annenin bebeğini sakinleştirmek için başını okşamasını, sırtını sıvazlaması akla ilk gelenlerdendir. Anne hiçbir kelam etmese bile dokunma ile bebeği susturabilir. Filleri biliriz değil mi? Eskiden bir tank gibi kullanılan harp silahıydı. Cisimce insandan büyük bu filler nasıl olmuştu da kendisine hükmedilmişti. Fil bakıcısı daha fil, yavru iken file yavaşça yaklaşırdı. Yumuşakça tutunur, yapışıp okşardı. Bunu her gün tekrar ederdi. Bu durumdan fil korunmak için tedbir almayı unutur, dokunma hissinin tatlılığına bırakırdı. Bakıcı da üzerine binip fili dize getirirdi.
Çekirgenin gün ışığında görünme arzusu
Devir ‘selfie’ gibi kendinin fotoğrafını çekmekle yarışan insanlarla dolu. Her şey görüntülü ve göstermelik. Görünmek ve görmek için çekirge gibi oradan oraya zıplıyoruz. Tarihte çekirge istilalarına birçok defa şahit olmuşuzdur. Günümüzde ise görüntü yani fotoğraf istilası hat safhada. Çekirgeler, geçtiği yerleri istila ederek birer çöle çevirebiliyorlar. Ancak bunların da bir zaafı var. Tek başına yaşadıkları yerde çabuk yakalanırlar. Güneşin sıcaklığından gizlenmiş iken gün ışığı kendisine hoş ve ilginç göründüğünden buna aldanarak meydana çıkar. Oradan oraya sıçramaya başlar. Böylece kendisini, güneşin harareti altında yakar. Daha da ilerisi, bu görüntüye kendini kaptırıp giderse av olması an meselesidir.
Gül sineğinin kokuya aldanması
Sokaklar artık tam bir koku dükkanı. Oksijen yerine parfüm çekiyoruz içimize. Bir sinek olsak muhtemelen o kokuların birinde can verirdik. Gül sineği, daima güzel kokulu yerlere konduğu için bu ismi almış olabilir. Muhtemelen hayatı güzel kokuların peşinden uçmakla geçecektir. Ancak her güzel koku, güvenilir yerlerde bulunacak değildir. Kocaman filin belirli vakitlerinde kulağının dibinden çıkan güzel koku onu kendine çeker. Filin kulağının dibine konar. Fil de sineğin kendini rahatsız ettiğinden kulağını hareket ettirerek sineğe vurur. Ve sinek; güzel kokunun kendini cezp etmesinden sebep, hayatına veda eder.
Oltanın ucundaki tat
Herkes sağlıklı beslenmek istiyor; ama bir taraftan da her şeyin tadının hoş ve güzel olmasını tercih ediyor. Haram helal demeden çeşitli maddelerle tatlandırılmış, lezzeti artırılmış, raf ömrü uzatılmış yiyecekler; ardında koskoca hastalıkları gizliyor. Balık avlayanlar bilir. Etçil balıkları avlamak için küçük balıklar yem olarak oltanın ucuna takılır. Denizdeki balık, oltadaki yemin tadına odaklanır. Ancak yemin gerisindeki gizli oltanın iğnesini göremez. Yemi yiyeceğim derken oltaya takılır. Tat alma duygusu olta gibi insanın da gerçeği görmesini engeller.
Misaller gösteriyor ki, hislerden birisi bile insanı yönlendirmeye yetiyorsa, beş duyunun esiri olan birini düşünün. İletişim ve haberleşme ağının, sosyal medyanın zirve yaptığı çağımızda, hepsinin birer tahrik unsuru olarak kullanıldığı düşünülürse, dış dünyamızın tehlikelerinden kurtulmak mümkün müdür? Beş duyuya hakim olan, yaptığı şeylerle de beş duyuya hitap edenler başta kendini sonra etrafını daha iyi yönlendiriyor, dolayısıyla insanın kendisine, nefsine de hakim olabiliyor. Dış dünyaya karşı daha güçlü iradeli ve idareli durmak, nefsinin dizginlerini elde tutmak hislere hakim olmaktan geçiyor.
İntihal de olsa zamane bir berceste paylaşmak istiyorum;
Kelâm-ı kibâr, billûr u yâkût, lâ’l-ü mercân incidir.
Nâdire-i lü’lü-i lâlâ-yı sühan, gevher-i ‘ummân-ı hünerdir.
~~~~~
Büyüklerin sözleri, billûr, yâkût, lâ’l, mercân incidir.
Eşine az rastlanır parlak incilerden sözleri, hüner denizinin cevheridir.
Kelâm-ı kibâr: Büyüklerin sözleri
Lâ’l: Parlak kırmızı saydam bir cevher
Lü’lü-i lâlâ: Parlak inci
Sühan: Kelâm, söz
~~~~~
*Alim ile sohbet etmek, lâ’l-ü mercân incidir;
Cahil ile sohbet etmek, günde bin can incitir.
( Lâedrî )
*Gevher-i nâdire-i lü’lü-yi lâlâ-yı sühan.
( Sünbülzâde Vehbî )
*Her bir sühanı gevher-i ‘ummân-ı hünerdir.
( Enderunlu Vâsıf )
Tokatlılara Selamlar…