AraştırmaEdebiyat

Anadolu’nun Ayaklı Kütüphaneleri

Kitap merakınızı kamçılayacak bu yazıya başlarken şu ikazı yapmayı gerekli görüyoruz. Burada okuyacağınız kitap meraklılarının tesirli hikâyeleri bulaşıcıdır. Çünkü kitap merakı doğuştan gelen bir haslet değildir. Bir kitap meraklısının doğumu gül kokusunun peşinde aktarın yolunu tutan gibidir. Güzel örneklere bakıp kütüphanelere varıncaya kadar devam eder.

Her toplumun, her insanın kitabı tanımlama ve kitaba yönelme usulü farklıdır. Toplumların ve kişilerin kitapla kurduğu ünsiyet, onların kitap meraklısı ya da kitaptan bihaber kalmasına sebep olur. Bu tamamen kişinin kitapları zihninde konumlandırmasıyla alakalıdır.

Bizim kültürümüzde kitap denildiğinde ezeli ve ebedi kelam olan Kuran-ı Kerim anlaşılır. Peygamberlere indirilen kitapların isimleri çocukların ilk öğrendiği şeylerdendir. Diğer taraftan bir Müslüman başucunda okunan Allah’ın Kitap’ının sesini işitirken son nefesini vermek ister. Kısaca Müslüman kitapla doğar, kitapla yaşar ve yine kitapla ölmek ister.

Kitap denilince Kuran-ı Kerim, ilim denilince din ilimleri anlaşılır

Bayezid-i Bestami Hazretleri’nin hayatında, kitapla ilgili yaşanmış insan karakterine dokunan bir misal vardır. Kuran-ı Kerimi öğrenmeye gittiği ilk günlerde Bayezid-i Bestami Hazretleri, bir gün Lokman Suresi’ndeki “…Bana ve ana babana şükret…” mealindeki 14. ayetini okumaktadır. Hocasından bu ayeti tefsir etmesini ister. Sonra da müsaade isteyerek annesinin yanına gider. Annesi telaşla, “Evladım, bugün erken geldin.” deyince, “Evet, bugün şu ayeti okudum. Fakat ben hem Allah’a, hem de sizlere şükretmeye takatimin yetmeyeceğini düşünüyorum. Ya Allahü Teala’dan senin hizmetinde bulunmamı iste veya Allahü Teala’nın hizmetinde bulunmam için serbest bırak.” der. Bistam’dan ayrılır ve ömrünün otuz yılını Şam beldelerinde ilim tahsili ile geçirir.

İkinci misal Osmanlı Devletinin nüvesini oluşturan kuruluş yıllarında yaşanır. Osman Bey bir gün Şeyh Edebali Hazretleri’nin evine misafir olmuştur. İstirahat etmek üzere odasına çekilir. Yatmak üzereyken duvarda kılıf içindeki Kuran-ı Kerim’i görür. Saygısından dolayı yatamaz, uyuyamaz. Kuran’ı Kerimi alıp okumaya başlar. O gece sabaha kadar Kuran-ı Kerim okur. Beyazıt-ı Bestami Hazreterinin dediği gibi “Hakka vasıl olanlar, hürmete riayet ederek vasıl olmuşlardır. Kovulanlar da hürmeti terk ettikleri için kovulmuşlardır.”

Kitap, ilim yolunun mihenk taşı, anne babalar ise ilim yolcusunun sırtını dayadığı yüce dağdır. Kitaba hürmet ve anne babaya muhabbet, kitap meraklısının karakter kodlarına işlendiğinde artık onun sırtı yere gelmez.

Destan gibi hayatlar

İslam tarihindeki kitap meraklılarının insanı şevklendiren hikâyeleri ilk olarak Abbasiler devrinde yaşanır. Güçlü hafızalarıyla ezbere kitap okutan alimlerin hayatlarını okurken insan kendini destan dinler gibi hisseder. Devrin alimleri Cürcân, Tûs, Herat, Hârizm, Buhara, Semerkant, Hucend, Belh, Gazne ile diğer İslam beldelerinde uğradığı belli başlı ilim ve kültür merkezlerini at üstünde kitap okuyarak gezerler. Bunlardan biri de Fahreddin er-Râzî’dir. Seyahat yaparken olduğu gibi o yemek yerken bile kitap okumaktadır.

Diğer taraftan güçlü hafızası, keskin zekâsı ve muazzam çalışma gayreti ile bilinen İbn-i Sina yolculuk esnasında ödünç aldığı kitapları kısa sürede ezberlermiş. Define haritasını bir görüşte çözmeye çalışmak gibi değil mi? Çünkü kitap o yıllarda define haritaları kadar kıymetlidir. Vakit az, zekâ da yerinde olunca buna şaşırmamak gerek.
Bir gün İbn-i Sina’nın yolu Isfahan’a düşmüş. Nasıl oldu ise programsız geldiği için yanında kitapları yoktur.

Isfahanlı âlimler onunla tanıştıktan sonra “Kanun” adlı eserini görmek isterler. İbni Sina “Kitap yanımda yok, lakin isterseniz yazdırabilirim.” der. Sonra da kendisi söyler ve kâtiplere eserin tamamını yazar. Daha sonra Horasan’dan getirtilen asıl kitapla karşılaştırılır. İstinsah edilen nüsha kelimesi kelimesine aynıdır.

Rey doğumlu, Tıp alanında başarılıyla tanınan buna rağmen dini konuların yanında Ahlak ve Edebiyat alanında da eserler kaleme alan Ebu Ya’la da tam bir hazerfendir. Hayatını kuyumculukla kazansa da “altın için sarrafa, kitap için sahafa” diyerek sahaf sahaf dolaşır. Onu anlatanlar “kocaman sepet gibi kafasını ya bir kitap istinsah ederken ya müsvedde yazarken ya da bunları temize çekerken gördüklerini” söylerler. O ise dostlarını haklı çıkarır şekilde kendini şu cümlelerle tanıtır. “Beni tanıyanlar bilir ki ilme olan merakım, hırsım ve bu yoldaki gayretlerim gençliğimden beri aralıksız devam etmektedir. Okumadığım bir kitap, karşılaşmadığım bir ilim adamı bulunsa kendimi zapt edemem. Büyük bir zarara uğramam söz konusu olsa bile her şeyi bir kenara bırakıp mutlaka o kitabı okurum ya da o âlimi gidip ziyaret ederim.”

Delisi divanesi oldular

Çoğu kendi kendini yetiştiren ve muazzam çalışmalarıyla destanlaşan bu devrin isimlerini saymakla bitmez. İmam-ı Şafii, İmam-ı Ebu Hanife, İbn-i Hazm, İmam-ı Nevevi, İmam Gazali, Abdussamed bin Hakîm, El Biruni ilim, irfan ve kitap yolunun delisi divanesi olurlar. O devrin Basra’sı ilim ve kültür yönünden en parlak günlerini yaşadığı için şanslıdırlar. 95 yaşında ölen Cahiz’in de 360’e yakın eseri vardır. Geçimini eserlerini ithaf ettiği kimselerden aldığı caizelerle sağladığı halde, bütün Arap âlemi onun edebi üslubunu takdir edilir. 850’li yılların Basra’sında onun için “Sabahleyin bir risale yazsa akşam olmadan kitabın şöhreti Çin’e ulaşır” derler. Onun eserlerini, hayatını, edebi kabiliyetlerini inceleyen araştırmacılar başarılısını kütüphanelerde sabahlamasına bağlarlar.

İmam-ı Gazali’nin Nizam’ül Mülke anlattığı, eşkıyada not defterlerini isteme hikâyesini biliriz. İmam-ı Gazali beş yıl süren Cürcan’daki öğreniminden sonra bir kafile içinde dönerken soyguncular tarafından yollaro kesilir ve her şeyleri alınır. İmam-ı Gazali eşkıyanın peşine düşer ve reislerinden hiç olmazsa ders notlarının geri verilebilmesini ister ve Cürcan’a sırf o notlardaki bilgileri edinmek için gittiğini söyler. Eşkıya reisi, “Kâğıtların gidince sende hiçbir şey kalmamış. Bu nasıl ilimdir ki bir hırsız hepsini senden alıp gidebiliyor.” der. İmam-ı Gazali notlarını da geri alır ama bunu Allah’ın bir ikazı sayar ve üç yıl içinde notların tamamını ezber.

Hocası İmam-ı Gazali için “Gazali derin bir denizdir.” der. Yine genç yaşata yazdığı “El-Menhu’l min et-Ta’l’ikûl Usûl” adlı fıkıh kitabını görünce de “Beni sağken mezara gömdün; ölümümü bekleyemez miydin!” diyerek, Hocası hem gayret ve başarısını tebrik eder hem de onu temkinli olmaya davet eder.

Bu devrin âlimlerinin hayatları, ilme bilgiye icap eden çabayı göstermeden, oradan buradan topladığı rastgele bilgilerle bir şeyler karalamaya çalışan kapkaççılara benzemez. Zihinlerine takılan konuları vuzuha kavuşturmak, araştırdıkları şeyi en ince çizgileriyle tebarüz ettirebilmek için, ülke ülke dolaşırlar. Bugünün sözüm ona ilim âşıkları gibi kütüphaneye gitme zahmetinde bulunmadan internetten işlerini halletmeye çalışmazlar.

Kütüphanelerdeki ayaklı kitaplar

Herkes kitap okur ama bazıları kütüphane okur. İşte bu bazılarına “ayaklı kütüphane”, “canlı kitap”, gibi isimler verilir. Fatih Sultan Mehmet Han, Fatih Külliyesini imar ettirmede önce Molla Hüsrev ve Molla Gürani gibi alimlerle birlikte zengin bir kütüphane kurar. Bu kütüphane önce Edirne’ye oradan da İstanbul’a taşınır. Fatih Sultan Mehmet Han fetihten hemen sonra Topkapı Sarayı’nda ve Fatih Medrese ’sinde dört tane kütüphane yaptırır. Günlük beş akçe ücretle dört tane de hafız-ı kütüp tayin eder. Bunlardan biri de Molla Lütfi’dir. Hafız-ı Kütüp olduktan sonra Molla Lütfi, bu sayede pek çok değerli kitaptan değişik bilimleri öğrenme fırsatına sahip olmuştur.

Hafız-ı Kütüp Molla Lütfi ile Fatih Sultan Mehmet Han arasında şöyle bir hadisenin vuku bulduğu söylenir. Sultan bir gün kütüphanesine gelir ve bir süre araştırma yapar. Hafız-ı Kütüp’ten de bir kitap ister. Kitap, Molla Lütfi’nin ulaşamayacağı bir yerdedir. Hünkârı rahatsız etmemek için orada bulunan mermer taşın üstüne basarak uzanır, kitabı Sultan’a taktim eder. Sultan yapmacık bir hiddetle, “Ne yaptın, nereye bastın? O taşın üstünde İsa Peygamber doğmuştu.” der. Molla Lüfti latifeyi anlar, başını öne eğer.

Bir süre sonra Molla Lütfi Sultan’ın geniş hoşgörüsünden istifade ederek bu latifeye karşılık verir. Sultan genelde minderine oturarak dizinin veya rahlenin üzerinde kitap karıştırmayı sevmektedir. Hafız-ı Kütüp böyle bir çalışma sırasında, güveler yemiş, delik deşik bir bezi büyük bir dikkatle, kitaplardan Sultana toz düşmesin diye Sultan’ı dizleri üzerine serer. Onun manidar bakışlarını görünce de “Niçin öyle baktınız Hünkârım, bilmez misiniz ki bu bez, İsa Peygamber’in beşiğinin bezidir.” der.

Bu bir hikâyedir ama çoğu kez hikâyelerin ardında ibret alınacak şeyler gizlidir. İstanbul Fatih’nin, ilim ve kültür aşığı hükümdarın kütüphaneciye, kitapla uğraşan kişi ve kişilere yakınlığını göstermesi itibariyle önemlidir.

Mum gerçekten mum olursa

Osmanlının kültür hayatını ve Müslüman âlimlerin muhteşem ilimî tablosunu gösteren “Keşfü’z Zünun” adlı eser Katip Çelebi tarafından hazırlanır. Asıl adı Mustafa olan Katip Çelebi eserinde 14.500 kitap ve müellif hakkında çok değerli bilgi verir. Öyle böyle değildir, bu bilgiler medeniyet genlerimizin mirasıdır. Kendisi, Dördüncü Murat Han’ın Revam seferinden sonra emekli olmasını “cihad-ı asgardan cihad-ı ekber”e döndüm diye anlatır. İlmi konularda çalışma yapacağı için çok heyecanlıdır. Halep’te iken sahaf dükkânlarında gördüğü kitapların isimlerini yazmaya başlar. Daha ziyade tarih, tıp, ahlak türü eserleri okumayı seven Katip Çelebi dediğine göre, kırk yaşına kadar ilgilendiği alanda dünyada yazılmış kitaplardan birçoğunu okumuş bulunuyordu.

Nasip olacak ya, emekliye ayrılıp topladığı kitaplarla İstanbul’a geldiği yılın ertesinde zengin bir akrabasının ölüm haberini alır. Kendisine düşen oldukça büyük bir mirasın üç yük kadarını (300.000 akçe) yine kitaplara verir. Kitap konusunda bundan sonra örnek bir hayat süren Katip Çelebi on yıl kadar geceli gündüzlü ilimle uğraşır. Bazen kendini tamamen bir kitaba verir, her şeyi unutur. Odasında güneş doğana kadar mum yanar. Ama onun odasındaki mum gerçek bir mumdur ve evinin duvarlarından çok, kitap meraklısının kitabını aydınlatır. Kaynaklar Katib Çelebi’nin bir eseri yazarken elinden 1300 kitabın geçtiğinden bahseder. Devrin İstanbul’u için bu rakam çok ciddi bir rakamdır.

Kütüphanelerdeki ayaklı kitapların bazılarının kafası, tanzim edilmiş zengin arşiv gibidir. Onlardan biri de Katib Çelebi’nin Keşfü’z Zünun’una zeyl hazırlayan İsmail Saib Sencer’dir. Arap Edebiyatı Profesörlüğünden istifa ettikten sonra Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne kapanan Saib Sencer, ömrünün geri kalanında neredeyse bu kütüphaneden hiç çıkmayarak geçirdi. O yıllarda müdürlüğünü yaptığı Beyazıt Kütüphanesi’ndeki on binlerce kitabı tanıyan, konularını, basılış tarihlerini, müelliflerini, mütercimlerini en ince ayrıntısına kadar bilen müthiş bir hafıza idi. Öyle ki yüzyıllar önce yazılmış Arapça bir yazmanın, yırtılan sayfalarını bile ezberden yazdırabiliyordu.
Bir gün Ankara’ya Ürdün’den Devlet Başkanı gelir. Misafirliği sırasında bir kitap görmek istediğini söyler. Görmek istediği kitap Ankara’da yoktur, İstanbul Kütüphanelerine müracaat ederler. Ancak Kitabü’l Envar olarak aranan kitabın numarası da yoktur, bulunduğu kütüphane de. Beyazıt Kütüphane ’sinde İsmail Sabit Beyi bulurlar. Gelen kişiyi dinledikten sonra biraz düşünüp şöyle cevap verir:

“Kitabü’l Envar adında bir eser hatırlamıyorum. Galiba acele ile kitabın ismini telefonda yanlış kaydettin. Zannedersem, aradığınız kitap ilmi hey’ete dair Kitabü’l Envâ olacak. Bir hayli zaman önce bu kitabı yine aramışlardı. Haydi, vakit kaybetme, doğru Süleymaniye Kütüphanesine git. Şehit Ali Paşa kitapları arasında 298 numaralı kitabı çıkarıp bir bak, zannedersem aranılan kitap odur.”

Günümüzün canlı kitapları

Eskiden kütüphanelerde ödünç kitap verme âdeti yoktu. Fırsatını bulanlar kütüphanelerde sabahlardı. Kitabı dışarıya çıkartmak için hatırı sayılır birinin selamı ile gitmek de işleri çoğu kez çözmezdi. Atını, altınını rehin verenler olurdu. Ancak bu bile iyi sayılırdı. Çünkü bu yıllar matbaanın icat edildiği yıllar olduğu için kitaba ulaşmak nispeten artık kolaylaşmıştı. Bundan önceki yıllarda kitap tedariki müşkil ve çok kıymetli emtia idi. Mücevherat gibi çoğunlukla zenginlerin ulaşabildiği için satın alma rakamları da çok yüksekti.

1900’lü yıllarda bir Kuran-ı Kerim’in hediyesi 1.000 ila 10.000 kuruş arasında değişirdi. Kumaşın metresi o yıllarda 22 kuruştu. Yani matbaa-ı Amire baskısı bir Kuran-ı Kerim alabilmek için yaklaşık 15 takım elbise parası vermek gerekiyordu. Altın varaklı, el yazması bir Kuran-ı Kerime sahip olmanın değerini varın siz düşünün.
Biraz daha geriye gittiğimizde ise kâğıt teknolojisinin bu kadar gelişmediği yıllarda, kumaşa ya da bakır rezeli tahta muhafazalara sarılan kitaplar tomarlar halinde bulunurdu. Tabi o devirde kitaplar şimdiki gibi 200-300 sayfa değildi. Kitaplar ufak risaleler halinde hazırlanırdı. Bazen de kitaplar bölümler halinde yazılıp tomarlar halinde bir sandık dolusu olarak istif edilirdi. İbn-i Haldun’un yazdığı “Mukaddime” adlı esere ulaşmak istediğinizde iki sandık dolusu kumaşlara sarılı tomar karşınıza çıkardı. Tabi, oraya kadar ulaşabilirseniz. Şairlerin sadece bir kasidelerinin yazıldığı kağıtların meşhur olmasının sebebini sanırım şimdi daha iyi anlaşılır.

“Kitap” adlı eserin müellifi Necip Asım 1890’lı yılların İstanbul’unda yeni basılan kitaptan ilk defa olarak ortalama 200 nüsha satıldığından bahsediyor. “Şu hesapça İstanbul’umuzda 200 muhibban-ı kütüp (kitap dostu) var.” diyor. Bu gün ise yayın evlerinin ortalama bir kitap için bütün Türkiye’de baskı adetleri 2.000-3.000 civarında oluyor. Çok bilindik bir eserin 5. baskısında bile 10.000’e ulaşamadığı çok görülüyor. Artan nüfus ve gelişen baskı teknolojisi düşünülürse rakamın çok düşük.

Merakınızı fena halde harekete geçiren, okuma zevkinizi kamçılayan, ayrıntıları, dipnotları, teşbih, hiciv ve mizahı ile sizi bir macera romanı okur gibi kendine bağlayan eser bulduğunuzda korkmayın. Okuyun onu. Burada isimleri zikredilmeyen binlerce kitap meraklısı da sizinle aynı duyguları paylaştı. Kendilerine hâkim olamayıp beşeri zaaflardan kurtularak uykularını, ailelerini, gözlerini feda ettiler. Değdi mi, derseniz. Elbette değdi. Hepsi de mevki-i beşeriye olmaktan kurtularak, isimlerini bugüne kadar kitapların peşinde koştukları için ulaştırdılar. Makam-ı ihtiramı kitap merakları sayesinde aldılar.

Mevzuunun başlangıcını Beyazıt-ı Bestami Hazretleri ile yaptığımız gibi onun şu sözü güzel bir sonuç olsun. “Evliya ile sohbet etmek onlarla beraber bulunmak, hayır işlemekten daha hayırlıdır. Şerli kimselerle beraber olmak, şer işlemekten daha kötüdür.” İnsanın iyi kitapla münasebeti hayırlı bir dost ile münasebeti gibidir. Onu Allah’a yöneltir ve beşeri zaaflardan kurtarır.

En Yeniler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu