Deneme

“Ben, Kum Zambağı Gördüm”

Kum zambağının tohumları. Siyahlığın içinden şahane bir beyazlık çıkar.

Gören gözlerimin önünde karaltılar dolaşıyordu. Korkmaya başlamıştım ki bir süredir vardı bunlar. Renkler solmuş, kokular kaybolmuş, sesler kısılmıştı. Hayatın hengamesi içerisinde, gözümün önüne perde çekilmişti. Nedendir bilinmez, şükür ki irkildim. Bu, ben değildim. Hayattan beklediğim, istediğim de bu değildi. Dedim, “Kalkın, gidelim.”

Arabayı çalıştırdık. Denize doğru yola çıktık. Şimdiden geliyor bir şeyler gözlerimin önüne, kulaklarımın içine, burnumun dibine. Mavilik, sarılık, tenimden usulca gelip geçen esinti, tuzlu deniz kokusu… Termoslarımızı ve katlanır sandalyelerimizi alıp kumlara doğru yürüdük. Çok geçmemişti ki gözlerimiz hayranlıkla büyüdü; harika kokusu ve değerli yumrusuyla, bir deniz nergisiydi bu; Akdeniz kumsallarının nadide çiçeği.

Sahil, kum zambaklarıyla doluydu. Nesilleri tükenmeye yüz tuttuğundan kendisine rastlamanın artık bir ayrıcalık sayılabileceği bu zambaklar, oturduğumuz yere hoş ve latif rayihasını çoktan yaymıştı. Ah burnum! Nicedir almamıştı böylesine hoş bir koku. Yaprakları kurumaya başlamıştı, ama beyaz yıldızdan çiçekleri, hala capcanlıydı.

Kumsalın bazı yerlerine, plastik atıklar bırakılmıştı. İnsan, tabiata yalnızca kendininmiş gibi davranırken, ona en ait olan; kumdu, dalgalardı, şu beyaz zambaklardı. Dalları incinmiş çoktan, boyunları bükülmüş. İnsanlar, kocaman plastik terlikleriyle ve daracık bakış açılarıyla bu güzelliğin üzerlerine bastı basacaklar.

Kumral kumsalların beyaz yıldızı

Abim; tarih ve ziraat mühendisliği bilgilerinden yola çıkarak bize kum zambağını anlattı. Efsanelere rağmen, zambağın kendi gerçekliği, anlatılan efsanelerden çok daha ilginç ve göz alıcıydı. Çiçeği, kuru sapları ve hafif kemerli ayaklarıyla kuma tutunuyor; ipeksi taçlarıyla gökyüzünün, kumlara dökülen beyaz yıldızları gibi duruyordu.

Abim, devam etti:

“Kum zambağı sulanmaz. O, yazın gelmesini sabırla bekler. Hava değişir, zambaklar, mevsimin yaz, toprağının kumlar olduğunu anlayarak iklim zorluklarına direnir, sonra yeniden açar. Onun fıtratı, sabır ve sıcakla büyümektir. Çünkü kökleri ta derinlerden suya ve neme ulaşmıştır. Yeter ki üzerine basma, toprağından koparıp yerinden yurdundan etme.”

“Öyledir,” diye başıyla onayladı babam. “İnsan da öyledir; kişinin büyüklük ve olgunluğu, sabırla gelişir. Susuzluk stresi yaşamadan açmayan çiçekler gibi, insan yapısı da bazı zorluklara maruz kalmadan, güzel hasletlerini geliştirme imkânı bulamaz. Hele ki bir ideali olmazsa, motivasyon kazanamaz.

Zambağa fazla su versen, kökleri çürür. İnsana da ne olursa olsun fazlasını ver, çürür. Doyumsuzlaşır ve hiçbir şeyle mutlu olmaz. Her şeyin tadı, lezzeti, kolaylıkta değil; zorluğun karşısında gösterilen sabrın içerisine gizlenmiştir.”

Her şey sanki ince ince hesaplanmıştı… Şu kumsalda gördüğümüz her ayrıntı, mühendislerin zekâ ve hesaplarını aşan bir sistemle yerleşmişti yeryüzüne. Tuzlu suyun kenarında, tuzlu rüzgarlara maruz kalan, dimdik duran şu zambaklar, beni kendime getirmeye başlamıştı.

“Kum zambakları, sakin koylarda daha çok yetişir. Kokularını, geceleri daha yoğun verir. Ama yok olmaya yüz tutmuş, nesli tükenmeye başlamış, özel bir zambak bu. Endemik kum zambağı, çoğu yerde korunmaya alınmış ama koruma tedbirleri maalesef yeterli değil.

Sahillerde yayılan turizmin gürültüsü; gözden çıkarılan tabiî her şey gibi, kum zambaklarını da gözden çıkarmış. İnsan, heves ve hırslarında, önce tabiatı hedef seçer, kendine en lazım olanı gözden çıkarır.”

Küçükken bunu bilmezdim, denize geldiğimizde ben de bunlardan koparırdım. Ama arabaya koyduktan hemen sonra boynunu büker, kararıp solardı. Bilseydim koparır mıydım?

“Kökünü alıp evde yetiştirmeye kalksanız, toprağından çekilen birçok bitki gibi ölür. Çünkü o, kumların göz bebeğidir. Saksılar, tuzsuz ve kumsuz bahçeler, ona yuva olmaz. Taş yerinde ağır; çiçek, yerinde güzel, kızım.”

Kum zambağında, başka zambaklara benzemeyen bir rayiha vardı. Diğer zambaklar gibi çilleri de yoktu… Taç yaprakların içinden küçük sarı toplar uzanmıştı. Soğandan oluşan köküne baksanız, pek de hoş koktuğu söylenemez; ama nergisler, arpa çiçekleri… Soğan yumrusundan filizlenen çiçekler ne güzel kokuyorlardı. Her biri ayrı bir rayihaydı. Önceki geldiğimizde, Tarsus’ta Bilâl-i Habeşî Mescid’i yanındaki küçük arsada da bu nergislerden görmüştüm.

Kokular, düşlerimi harekete geçirmiş, beni hayallerden, başka hayallere savurmuştu. Rüzgârın uğultuları ve dalga sesleri içinde, güzel bir ezan sesi ara sıra işitilip kayboldu.

“Ne kadar güzel okunuyor,” dedi annem. Kum zambağı, müthiş bir koku daha savurdu. Ezan okundu; vakte, bir namaz ve iki kadim hikaye dokundu.

Çöllerin siyah incileri

“Kum zambakları, Sevgili Peygamber Efendimizin (s.a.v.) müezzini Bilâl-i Habeşî’yi (r.a.) hatırlattı,” diye başladı babam.

“Allah’ın davetini, pas tutmuş kulaklara haykıran ve kalplerin derinliklerine işleyen bu güçlü ses, aynı zamanda Hazreti Ebubekir’in (r.a.) azatlısıydı.

Bilâl-i Habeşî (r.a.), önceleri, Ümeyye b. Halef’in kölesiydi. İslamiyet’i kabul eden ve bunu açıkça söyleyen ilk yedi kişiden biriydi. Ümeyye b. Halef, öğle vakitlerinde onu güneşte kızgın kumlara sırt üstü yatırır, büyük ve sıcak kaya parçalarını göğsünün üzerine koyardı. Onu inancından vazgeçirmeye, putlara tapınmaya zorlardı. Bilâl-i Habeşî (r.a.), işkencelerle imtihan olundu, bedeni acılarla kavruldu. Ancak Bilâl-i Habeşî (r.a.), imanından vazgeçmez, işkencelere sabrederdi.

Kumun derinliklerinde zambağın deniz suyuna tutunması gibi, Bilâl-i Habeşî (r.a.) de yüreğindeki imana tutunuyor, ezalara sabrediyordu. Zulümlerden, imanın serinliğine sığınıyordu. O, direndi ve bir zaman sonra inandığı yerden yeniden yeşerdi.

Hazreti Ebubekir (r.a.), onu azatlık olarak alıp ezalardan kurtardı. Hicret vuku buldu ve ilk ezan, ona nasip oldu. Bu ses, yalnızca bir insan avazı değildi. İlahi daveti sinenize, samimiyeti kulaklarınıza nakşeden, ihlasın da sesiydi. Kasvet sesleri silindi, hicretin birinci yılı Medine-i Münevvere sokakları, onun okuduğu ezanla huşu ve huzur buldu.

O artık, Sevgili Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yanında taşıdığı davûdî ses, ona sadakatle bağlı samimi bir nefesti. Güzel Ezân-ı Muhammedî’yi en güzel okuyan, kendi siyah tenli, kalbi inci beyazıydı.

Gün geldi, Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ebedî âleme göç etti. O gün bütün Sahâbe-i Kirâm gibi, Bilâl-i Habeşî’nin de sesi soluğu kesildi. Ezan okuyacak, yiyip içecek takat bulamadı. Allah Resulü’nü hatırlatıp ayrılık hüznüne dayanamadığı için, yıllarca ezan okuyamadı.

Ne zaman ki Allah Resulü’nün (s.a.v.) torunlarını gördü, cesaretini topladı. Onlar hatırına ezanı yeniden okudu. Yeryüzünün tüm kasvetli uğultularını dağıtan, Sevgili Peygamber Efendimizin (s.a.v.) özlemiyle pişen o yanık ses, ‘Allâhü Ekber’ nidalarıyla Medine-i Münevvere sokaklarında yeniden yankılandı. Kalpler dirildi, bütün Sahâbe-i Kirâm sokaklara döküldü.

Bilâl-i Habeşî’nin (r.a.) itikadı, kum zambakları gibi bembeyaz ve saf idi.

Cahillik, her güzelliğe düşman

“Lokman Hekim de siyah tenli bir köle iken, ten rengi yüzünden hor görülmüştür. Buna rağmen, insanlığa şifa olmuş; insanlık, onun ilim ve hikmet deryasından nasiplenmiştir. Lokman Hekim’in güzelliği, ruhunda kök salan ilminde, ilmini ihlasla besleyen imanındaydı.”

“Cahillik,” dedim; “Eskilere has değil. Her devrin sıkıntısı. Cahiliyet; insanı boyuna, yüz güzelliğine, deri renklerine göre ayıran her dönemde…”

Kum zambakları, suyunu gecenin neminden ve çiyinden, gücünü kumluğun derinliklerinden aldığı gibi; bahsi geçen zatların ikisi de gücünü içindeki imandan alıyordu.”

Mola boyunca, “Ne kadar güzel kokuyor,” diye söylenip durduk. Ciğerlerime kadar çektim kokusunu. Sevdim, gördüm, izledim. Kuru tohumlardan rengârenk baharlar veren, nahoş kokulu köklerden en şahane rayihalarla soluklarımızı doldurana şükrettim. Dokunmadan, incitmeden kumsallara bıraktım zambağı yeniden.

Çıkmalı insan, hayat gailesinin karmaşasından; kaçmalı. Kendini dağlara, denizlere, ormanlara atmalı. İmkân nispetinde bunları yapmalı, yapmalı ki kararan gözleri açılsın, tıkanan kulakları duysun, kapanan burunları koklasın. Çölde de olsa, deniz kenarında da olsa tohumun kendi içinde, güzelliğin kendi benliğinde gizlendiğini anlasın. Anlasın ki sabretsin, beklesin, kanaat göstersin. Göstersin ki içindeki güzelliği dışa çıksın. Çıksın ki herkes görsün. Görsün ki hissedebilsin ve şükretsin.

En Yeniler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu