Değerli Genç
Usul Varsa Yol Alına, Yoksa Yolda Kalına
“Osmanlı Devlet Adabından Bir Misal”
Eskiden bir gemi, fırtınalı denizlerde yolunu pusulayla bulurdu. Aksi takdirde, yönünü şaşırması gayet tabiî bir durumdu. Hayat deryasının içindeki insanın da yolunu bulabilmek için elinde pusulalar vardır: Usul ve adap.
Usul ve adap çerçevesi içerisinde kalmak, engebesiz yolda emin adımlarla ilerlemek demektir. Ne ayak bir yere takılır, ne de ayağa bir şeyler takılır.
İnsan için dahi bu derece gerekliyken bu iki kıymet, bir devlet için neler ifade edebilir?
Evvel zamanlarda devletler, birbirleri nezdinde daimî elçiler bulundurmazlardı. Ya bir meseleyi görüşmek ya da sulh ve muahede akdini kuvvetlendirmek maksadıyla hediye verilmesi, zaferleri tebrik için bir devlet ötekine sefir gönderirdi.
Osmanlı Sultanları içinde, Bizans elçisini ilk kabul eden, Orhan Gazi’dir. Kanuni Sultan Süleyman Han’ın 48 yıllık saltanatında, dünyanın her yerinden İstanbul’a sefirler geldiği halde, pek azı huzurda ayakta durma şerefine nail olabilmiştir. Diğerleri, ancak sadrazamlarla görüşebilmiştir.
1553 senesinde sulh anlaşması için, Alman İmparatoru Şarlken tarafından gönderilen heyet, birkaç defa temasta bulundukları sadrazam Damat İbrahim Paşa ile meseleyi halledemeyeceklerini anlayınca, padişahın huzuruna kabul edilmelerini istirham ederler. Saraya gelecekleri gün ve saat tayin edilir. Belirlenen kapıdan girip sarayın birinci meydanına varınca orada, iki fil ile bir zürafa, ikinci avluda, zincirle bağlı 10 aslan ile 2 kaplanı, divan-ı hümayun önünde de Enderun ağalarıyla süslü solakları ve 3000 kadar silahlı yeniçeriyi görünce hem korkmuşlar hem de şaşırmışlardır.
Sefirlerin, huzura kabul edilebilmesi için bazı şartlara, usul ve adaba riayet etmeleri lazım gelirdi. Mesela sefirlerin kılıçla padişahın huzuruna girmeleri düşünülemezdi. Sadrazamların tebliğ ve telkin ettikleri maddeler dışında, padişaha söz söyleyemezlerdi.
Hükümdarların mektuplarını getiren sefirler, çoğunlukla divanın yapıldığı günlerin birinde, arz odasında kabul edilirlerdi. Padişah, elçiyi ve yanındakileri ayakta karşılardı. Sefir, içeri girince alnını yere sürer, ziyaret sebebini, hükümdarının selam ve hürmetlerini bildiren kısa bir konuşma yapardı. Bu konuşma, tercüman tarafından tercüme edilirdi.
Daha sonra mektup, miralem ağaya verilir, o da mektubu, vezirler safının en sonundaki vezire uzatırdı. Mektubu alan vezir, kıdemce üstünde olana uzatır, böylece sadrazama kadar ulaşırdı. Sadrazam, mektubu, padişahın oturduğu tahtın minderinin üzerine kordu. Eğer padişah sefire, hükümdara bir şey söylemek isterse, bunu sadrazama söyler, tercüman vasıtasıyla sefire ulaşırdı.
Sefer sıralarında orduya bir sefir gelirse, derhal divan kurulur, merasimle sefir kabul edilirdi. Padişahlar, bazen sefirleri huzurlarında uzunca müddet bulundurur, onlara sorular sorar, bazı teklif ve tehditlerini iletirlerdi.
Usul ve adap olmadan, bir işin bihakkın tamam olması düşünülemez. Hayatın her merhalesindeki her türlü işte durum aynen böyledir. Ki koskoca bir devlet, usul ve adapla yüzyıllarca idare edildi. Usul ve adap terkedilseydi, o devlet uzun seneler hüküm süremezdi.