Dünyada alelâdeliğin tahammül edilemeyeceği yerler ibadet ve hitabettir.
Konuşmayla olan mücadelem ilkokul sıralarına dayanır. Okulda tertip edilen bir programda şiir okunacaktı. Öğretmenimiz bu iş için gönüllülerden oluşan bir grup seçti. Bunlar üzerinde çalışılacak ve en iyi olan bir kişiyle neticeye ulaşılacaktı. Rekabet vardı yani. Dolayısıyla ben de olmalıydım. Çünkü yaratılış gereği bir işi “yapamazsın” demeleri, kolları sıvamama yetiyordu.
Dilimde olan tutukluğu ve sahnede yaşadığım utangaçlığı nasıl aşabileceğim konusunda hiçbir fikrim yoktu. Sadece bana yardımcı olan biri vardı. Daha önce okul müsameresinde bir defacık konuşma yapmış. O, bana bir hikaye anlattı.
Hikaye, meşhur hatiplerden Demosten’in kekemelikten nasıl kurtulduğundan bahsediyordu. Hikayeden etkilenip ağzıma çakıl taşları koyarak, Demosten’in yaptığı gibi bağıra çağıra sesli okuma pratiklerine başlamıştım.
Netice itibariyle başarılı oldum. Bu, daha sonraki bütün program ve etkinliklerde mikrofonların üzerime uzatılmasını ve “Sen yaparsın.” denmesini sağladı.
Bana konuşmanı göster, sana kim olduğunu söyleyeyim
“İnsanın süsü yüz, yüzün süsü göz;
Aklın süsü dil, dilin süsü sözdür.”
Diyen Yusuf Has Hacip’ler ve “Konuşma ruhun aynasıdır, insan ne olduğunu konuşurken gösterir.” diyen Publilius Syrus’lar henüz o dönemlerde referans aldığım kaynaklar ve kimseler değildi. Hitabet diye bir sanatın varlığından dahi habersiz, sadece konuşuyorduk.
Ancak zamanla gördük ki; her şeyde olduğu gibi konuşma sanatında da –hatta her şeyden daha fazla- ciddi bir incelik vardı. Kaşgarlı Mahmut’un dediği gibi; “Güzel sözler petekten damla damla sızan bala benzer, insanın ruhuna tat verir.”
Bugüne baktığımızda dahi, birçoğumuz işinde yetenekli, hatta işinin dışında farklı alanlarda bile belli bir kabiliyetin üzerinde insanlar olmamıza rağmen; topluluk önünde birkaç kelime etmemiz istendiğinde hemen korkar, çekinir ve bocalarız.
Bunun çok farklı sebepleri olmakla beraber bu toprakların bahşettiği belli başlı hususiyetleri de mevcuttur.
Mesela, bizim buralarda “Söz gümüşse, sükût altındır.” diye bir vecize var.
Susmak tuhaf addedilip, konuşmak marifet kabul olununca; haliyle “tefekkür” inkıtaa uğradı.
Hâlbuki insanları “yığın” halinden “cemiyet” haline getiren unsurun “söz” olduğu unutuluyordu.
Susmak, konuşmamak, lafa karışmamak dimağın ölümünü yansıtıyordu. Diğer taraftan; düşüncenin, mantığın, zekânın yegâne ifadesi sözdü. Söze engel olunarak tefekkürü bitiriyor, mantığı sindiriyor ve aklı uyutuyorduk.
Madalyonun iki yüzü
Ezop’un meşhur dil hikayesine göre; bünyesinde en iyi ile en kötüyü toplayabilen tek uzvun dil olduğu bilinir. Biz buna kalbi de ilave edebiliriz.
Dil döndükçe öğretir, muhabbet aşılar, iman verir.
Bununla beraber madalyonun ters yüzü de vardır. Aynı dil, doğruyu söylemez, zemmeder, iftira atar; çünkü o, müspet ve menfi bütün durumları içinde barındıran ruhun, nefsin ifade aracıdır. Nasıl ki bir bıçak; katilin elinde birini öldürmek, doktorun elinde birini yaşatmak maksadıyla kullanılıyorsa; suizan içerisindeki insanların ellerindeki çirkin amaçlar uğruna kullandıkları sözden hareketle konuşma sanatının ve hitabetin kötü olduğunu düşünmemek gerekir.
Demek oluyor ki dil; böyle ikircikli bir yapıya sahip. Dil ve hitabet hususunda bir başka ikircikli durum ve münakaşa bahsi ise; fıtrî kabiliyet mi yoksa çalışmak mı, bahsidir. Çünkü bazılarına göre konuşma sanatı ve hitabet; şahsî ve fıtrî bir yetenektir ve bu yetenek de insanlarda ya vardır ya da yoktur.
Aslında bu, pek üzerinde durulacak bir bahis değil. Çünkü beceriksiz birini başarılı yapabilecek bir kabiliyet aşısı henüz üretilmedi. Diğer taraftan iradeli çalışma ve sürekli tekrarlar ile kötü konuşanların iyi, iyi konuşanların ise daha iyi konuşan kimseler oldukları azımsanmayacak ölçüdedir.
Geçmişe dönüp tarih sayfalarına göz gezdirelim. Deniz kıyısında ağzına çakıl taşları koyarak dalgalara hitap eden Demosten ile Romalı hatip Çiçero’yu görürüz. 18. yüzyıl İngiltere’sinin büyük hatibi Lord Chesterfield, son yüz, yüz elli senenin mühim hatipleri Henry Clay, Abraham Lincoln, Lloyd George ve Churchill hepsi adeta ağız birliği etmişçesine, ancak sistemli çalışma ve düzenli talimler neticesinde birer hatip olduklarını itiraf etmişlerdir.
Aynı zamanda bu meşhur hatiplerin hemen hemen hepsinin kürsüye ilk çıktıklarında mahcup, tedirgin, adeta ürkek bir ceylan gibi korkak oldukları unutulmamalı. Hatta çoğu kez ne söyleyeceklerini bile unutmuş idiler.
Hitabet ve hatiplik yolunda ilerledikçe, şahsınıza yönelik itimadınızın arttığını görecek, ruhî ve fizikî anlamda canlandığınızı, ifadelerinizin daha samimi, daha sempatik ve daha tesirli bir hale geldiğini göreceksiniz.
Çalışmaya ve azimle mücadeleye devam…