Terazi
Kendi taksimine razı olmanın en güzel halleridir teraziler…
Cumartesi günleri bir rutinim vardır. Bunu bozmamaya gayret ederim. Yine öyle bir cumartesi günüydü. Hafif bir kahvaltıdan sonra medya okur-yazarlığına soyunup biraz haberlere göz gezdiriyordum. Bir taraftan da aklımın bir köşesinde o günkü vazifelerimden biri olan “pazara gitmek” var. Haberlere bakmayı kısa kesip, hanımın “Pazara gitmiyor musun?” ihtarına maruz kalmadan hareketlendim. Zira yapacağım işleri bildiğim halde, insanların üzerine laf söylemesi pek hoşuma gitmezdi. Hazırlandım. Seke seke çaydan geçen bir ceylan gibi atlayıp zıplayarak şantiye sahasına dönen sokağımdan çıktım. Resmen felaha kavuşmuştum. Her yıl düzenli olarak yapılan kaldırım çalışmalarına yakalanmıştım yine.
Pazara geldiğimde her daim orada olan bir şey, bu kez fevkalade dikkatimi çekti. Farkında olmadan gerildiğimi hissettim. Meyve-sebze tezgâhlarının arasında dolanırken tatlı mı tatlı bir çocuk yüzü gördüm. İnanır mısınız, o masum çocuk yüzü bile içimdeki kızgınlığımı dindiremedi. Nasıl bu denli benliğimizden uzaklaşabilirdik? Meyvelerin, sebzelerin fiyatını soruyordum; fakat gelen cevabı beklemeden bir başka tezgâha yöneliyordum.
Canımı bu denli sıkan şey, pazarın girişine -aynı zamanda çıkışına- kondurulan “pazar terazileri” idi. Ve onların etrafında sıra bekleyen insanlardı. Yani ben şimdi iki kilo mandalina alacağım. Sonra pazardan çıkarken acaba bu gerçekten iki kilo mu yoksa tartıda bir hilekârlık var mı, diye onu teyit etmek için en son çıkarken zabıtaların başında durduğu pazar terazilerinde güvenlik kontrolünden geçireceğim. Bir nevi iki kilo mandalinanın sağlamasını yaptıracağım.
Nahoş bir durumdu.
Neden iki kilo mandalinayı ücretini peşin peşin ödediğim halde, tekrar tartma ihtiyacı duyayım ki?
Fakat duydum.
Pazarcı esnafı, neden böyle bir şeye yeltensin, neden iki tane mandalinayı benden esirgesin ki?
Böyle bir ortam, şüphelerimi artırdı.
Çünkü mandalina poşetini elime aldığım zaman, söylediğim kilodan daha az olduğunu hisseder gibi oldum. Ki buna, pazarcının şüpheli bakışlarını eklemem gerek. Hiç sendelemeden pazarcıya poşeti uzattım ve dedim ki: “Emin misin, bunun iki kilo olduğuna?”
Pazarcı ise gayet tok, kendinden emin bir sesle, “İnanmıyorsan, git yan taraftaki sebzecinin tartısında da tarttır,” dedi. Ben de “Hay hay,” deyiverdim. Hemen yan taraftaki sebze satan bir başka esnafa rica ettim. Tartıldı ve netice itibariyle yanılmadığım anlaşıldı. 2 kilo olması gereken mandalinalarım 1 kilo 800 gram geldi.
O dakikadan itibaren işin rengi değişmişti. Yüksek perdeden çıkıştım, mandalina aldığım esnafa. “Bak,” dedim, “200 gram eksik vermişsin, ayıp değil mi bu yaptığın?” O ise hâlâ kendinden, dolayısıyla tarttıklarından emindi. Pazarın hengâmesinde 200 gramın hesabını sorarken millet de işi, gücü, alışverişi bırakmış bizi izliyordu. Netice itibariyle artık pazar tezgâhlarının ve terazilerinin hakemi konumuna yükselen, hiçbir esnafa ait olmayan terazilerin önünde bulmuştuk kendimizi.
Bu sırada merakından olsa gerek, tartısını kullandığımız diğer esnaf da gelmişti. Kesin merakından gelmişti bu esnaf. Çünkü kendi zihnimdeki tipoloji kuramına göre bu tipteki biri, muazzam bir merak duygusuyla bezeli olmalıydı. O tip ki; kısa boylu, hafif kilolu, nahif yapıya sahipti. Kısık ve mütecessis bakışları, işin iç yüzünü hemen öğrenmek için can atıyordu.
Sen şimdi görürsün, der gibi bakıyordum mandalinaları aldığım pazarcıya. Sıra bize geldiğinde ise şoke olduk. Tam iki kilo 60 gram. Fazlası vardı, eksiği yoktu. Bundan sonra hep birlikte, gözlerimiz tıknaz pazarcıyı aradı. O ise, garip gülüşüyle “Demek ki benim tartıda bir sorun var.” diyebildi sadece.
Özür dilemekten başka bir seçeneğim kalmamıştı. Neticede özür dilemek, hatayı anlayıp kabullenmek de bir erdemdi. Helalleşip ayrıldık oradan. Görevliler de terazisi yanlış olan diğer pazarcı ile ilgili gerekli işlemleri yapmaya başlamıştı.
Bir savaş yorgunu gibi mandalinaları ve türlü düşünceleri heybeme doldurup çıkmıştım pazardan. Fakat düşünceler, iplik iplik uzuyordu zihnimde. O terazinin önündeki sıra da neydi öyle? Demek ki bir ben değilmişim, aldıklarının kilogramından emin olmayan. O esnafın terazisi neden 200 gram eksikti? Bir insan, her alışverişinde bunları düşünse, paranoyaklık seviyesine kaç alışveriş sonra ulaşır? Bütün bunlar ne ara oldu? Dahası, bize ne oldu?
Gönlümüzdeki terazi, ne ara ayar tutmamaya başladı?
Nasıl bu hale geldik?
O pazardan, fiilen çıkmıştım. Fakat zihnim hâlâ orada, o tezgâhların arasında mekik dokuyordu. Kendimce şöyle bir karar aldım. Bundan böyle zabıtaların başında beklediği o güven sağlama amacıyla koyulan terazilere uğramayacaktım. Bu, pazarcılara güvendiğimden değildi elbette. Kendime saygımdandı. Olması gerektiğinin, böyle olmasını düşündüğümdendi.
Öyle ki kalp terazisi düzgün çalışmadığı müddetçe, eşya terazisinin düzgün çalışması mümkün değildi.