Asırlık dillerin ve medeniyetlerin kesişme noktasındadır Tarsus. Şehri bu günlere tarihi, kültürü ve insanları getirmiş; onların mirasçıları da geleceğe taşıyacaklardır.
Güzel bir şeye ulaşmak için ya da güzel bir iş başarmak için zorluklara katlanmak gerekiyor. Mecelle kaidesidir, okuyanlar bilir; meşakkat teysiri celb eder. Nitekim öyle de oldu. Heyecanla çıktığımız yolculuğumuzda, İstanbul’dan Tarsus’a kadar hiçbir engel çıkmadı karşımıza. Kardan kıştan gidebilir miyiz diye düşünürken, bir tek damla yağmur bile görmeden devam ettik yolumuza.
İç Anadolu’nun sakin ve düz ovalarından sonra nihayet heybetli Torosları görüyoruz. Geçilmez gibi görünen yüce dağlar elbet bir yerden geçit verir. Dar bir yerden, Gülek Boğazı’ndan aşıyoruz dağları. Akşam vakti etraf tam seçilemiyor, bir şey görünmüyor. Karanlık deryasının içinden çıkıp istirahat edeceğimiz limana ulaşıyoruz. İnsanın bu karanlıkta sığınabileceği aydınlık yer bulabilmesi, gerçekten tarifsiz bir duygu.
İlk durak ashab-ı kehf
Seher vakti, karanlık aydınlığa dönmeye başlıyor. Karanlığın her azalışında, yolumuzun aydınlığı çoğalıyor. Erken kalkan yol alır, sözüne binaen erkenden ilk ziyaret mahallimize doğru ilerliyoruz, Ashab-ı Kehf’e. Az bir vakit sonra görünen Bencülüs Dağı, gelin gelin buradayım, der gibi bizleri çağırıyor.
Günlerden pazar olunca, bizler gibi davete icabet edenlerin sayısı epeyce fazla. Her yer araba ve insan. Fakat bazıları daveti yanlış anlamışa benziyor. Kimileri mesire alanında piknik yapmaya, kimileri de kafa dağıtmaya gelmiş. Mağaranın girişi çok kalabalık. İnsanlar kadar bilgi kalabalığı da var. Şöyle ki; herkes mağara hakkında farklı şeyler anlatıyor; ‘Bunlar, zamanında krallarının zulmünden kaçıp buraya sığınmışlar.’, ‘7 kişilermiş ve kaçarken yer yarılıp içine düşmüşler.’ ve daha neler neler. Bilmemek ayıp değil elbet, ama açıp okumak, doğrusunu öğrenmek lazım. İnsanlar gerçekten doğru bilgiye açlar. Doğru kaynağa başvurmaları gerekiyor.
Selfieciler her yeri olduğu gibi burayı da kendilerinden ‘mahrum’ bırakmıyorlar.
Ashab-ı Kehf hadisesi en kısa şekliyle şöyledir: Yemliha, Mekseline, Mislina, Mernuş, Sazenuş, Tebernuş ve Kefeştetayyuş isimli 7 kişi ve Kıtmir isimli hayvancağız, putperest kral Dakyanus’un zulmünden kaçarlar. Kaçmalarının sebebi hapsedilmek veya darp edilmek değil, dinlerini rahatça yaşayamamaktır.
Fizikî olarak mağaraya, esasında Hazreti Allah’a sığınan 7 arkadaş ve Kıtmir, Hicri takvime göre 309 sene orada uyku halinde kalırlar. Söylediğimiz gibi, kaçmalarının sebebi krallarının zulmüdür evet, ama maddi değil manevi bir zulümden kaçıştır bu.
Mağaranın hemen yanında, Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan’ın 1872 yılında yaptırdığı cami bulunuyor. Pertevniyal Valide Sultan, vakti zamanında Ashab-ı Kehf Mağarası’na ehemmiyet vermiş ve bolca yardımda bulunmuş. Bu manevi mekâna eskilerin verdiği kıymet ve yenilerin giydirdiği kisvet ne yazık ki birbirinden çok uzak kalmış.
Deniz Kapısı’ndan şehir merkezine
Ashab-ı Kehf’i usulünce ziyaret ettikten sonra Tarsus merkeze doğru yöneliyoruz. Geldiğimiz gece karanlıkta hiçbir şey görememiştik. Tarsus’un güzelliklerinin ortaya çıkması için güneşin ziyası gerekiyormuş meğer.
Her yer bağlık bahçelik, yemyeşil. Türkiye’de ilk üzümler burada yetişiyormuş. Üzüm bağlarında salkımlar yok, mevsimi değilmiş çünkü. Ama portakal ve limon ağaçları meyveyle dolu. Zeytinler, incirler ve daha niceleri… Gözlerimizi alamıyoruz bu güzelliklerden, maşallahı da düşürmüyoruz dillerden.
Deniz Kapısı’nın bulunduğu batı taraftan giriyoruz şehre. Bu kapının diğer adı da Kleopatra Kapısı’ymış. Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme isimli eserinde İskele Kapısı olarak anılan kapı, eskiden bugüne harabe şeklinde kalabilmiş.
Peygamber kabrini ziyaret
Anadolu topraklarında nice evliyalar, âlimler yatar. Kur’ân-ı Kerîm’de ismi zikredilen bir peygamberin kabrine ev sahipliği yapmanın manevi lezzetini ise bir tek Tarsus tadar. Şehrin merkezinde, Makam Camii’nde Hazreti Danyal’ın (a.s.) kabri bulunuyor. Kabir yüzeyden biraz altta kalmış.
M.Ö. 600’lü yıllarda yaşayan Hazreti Danyal (a.s.), Babil Kralı Nebukadnesar’ın zulmüne boyun eğmemiş. O dönemlerde kral, putperest olmayanları hapse attırır ve işkence edermiş. Fakat Hazreti Danyal (a.s.), dininden, inancından geri durmamış. Maddi zulüm gelip geçicidir. Kırbaç, kılıç yarası geçer. Ama insanın kalbinde, imanında açılan bir yara kapanmaz, iki dünyada da insanı bırakmaz.
Peygamber kabri ile ilgili şöyle bir hadise anlatılır: Hazreti Ömer (r.a.) döneminde Tarsus, İslâm ile müşerref olur. Fethi gerçekleştiren ordunun komutanı Ebu Musa el-Eş’ari (r.a.) şehri kontrol ederken bir yer görür. Kapısı kurşunla mühürlüdür. “Burada ne var?” diye sorunca oradakiler Hazreti Danyal’ın (a.s.) hayatını anlatırlar. Mühürlü kapı açılır ve içeride mermerden bir sanduka bulunur. Sanduka açılınca içindeki mübarek cesedi görürler. Rivayetlere göre, cesedin şah damarı hâlâ atmaktadır. Kabrin Hazreti Danyal’a (a.s.) ait olduğu belirlendikten sonra defin için hazırlık yapılır. İslâmî usule göre ve evvelkinden daha derine defnedilir mübarek peygamber. Kabri çalınmasın diye de üzerinden Berdan Çayı’nın bir kolu geçirilir. Günümüzde bu kolun artık kurumuş olduğunu öğreniyoruz.
İnsanlar kıymetini bildikçe ve hakkıyla muhafaza ettikçe, hiç kimse bir peygamberin kabrine dokunamayacaktır. Ve ümit ederiz ki Hazreti Allah, bereket peygamberi olan Hazreti Danyal’ı (a.s.) ziyaret edenleri de bereketlendirecektir.
Tarsus Ulu Camii
Tarsus, asırlık dillerin ve medeniyetlerin kesişme noktası olan bir şehirdir. Şehri bu günlere tarihi, kültürü ve insanları getirmiştir; onların mirasçıları da geleceğe taşıyacaklardır. Birçok medeniyete ev sahipliği yapan, birçok defa el değiştiren Tarsus’a her gelen, güzellikler bırakıp gitmiş. Bunlardan bir tanesi de Cami-i Nur diye de anılan Tarsus Ulu Camii’dir.
Şehrin tam merkezinde, Hazreti Danyal’ın (a.s.) kabrinin arka taraflarında bulunan cami, 1579 yılında Ramazanoğullarından Piri Paşa’nın oğlu İbrahim Bey tarafından yaptırılmış. Eski kilise kalıntılarının üzerine kurulan cami, toprağını nurlandırmaya, Tarsus sokaklarını ezan sesiyle nurlandırmaya devam ediyor.
Caminin doğu bölümünde, ayrı mekânda Hazreti Şit ve Lokman (a.s.) Peygamberlerin makamları ve Abbasi Halifesi Me’mun’un kabri bulunuyor. Dışarıda, caminin kuzeydoğusunda, 1895 yılında Tarsus Kaymakamı Ziya Bey’in yaptırdığı sekizgen kaideli kesme taşlı “Saat Kulesi” yer alıyor. Ulu Camii manevi vakti, saat kulesi de maddi vakti haber veriyor Tarsuslulara. Caminin hemen arkasında, Bilal-i Habeşî (r.a.) Hazretlerinin makamı bulunuyor. Arabistan’dan çıkıp Ashab-ı Kehf’i ziyarete gelen bu zatın makamına mutlaka uğramak gerek.
Kırk Kaşık Bedesteni
Ulu Camii’nin hemen yanı başında bulunuyor Kırk Kaşık Bedesteni. Ulu Camii’ni yaptıran İbrahim Bey, yanına bir de bedesten konduruvermiş. Gönlü ve eli bolmuş ki İbrahim Bey’in bedestenin medrese ve imarethane olarak kullanılmasını istemiş. Sonraları bedesten kapalı çarşı haline, yani bugünkü şekline bürünmüş.
Dikdörtgen plana sahip olan bedestene doğu ve batı yönlerindeki iki kapıdan giriliyor. İçerisinde 18 oda var. Odaların hepsinde hediyelik eşya ve yöresel el sanatları ürünleri satılıyor.
Tarihten bir şahit ve gazi
Tarsus’un manevi hazinelerinden sonra sıra tarihi zenginliklerine geliyor. Yakın tarihimizden, Çanakkale’den kalan bir kahramana, Nusret mayın gemisine doğru ilerliyoruz. Zamanında deryalarda yüzen, bugün ise parkta bir avuç suyun içinde kalan Nusret’in buralara gelişinin çok ilginç bir hikayesi var. Terhis edildikten sonra ticaret gemisi olarak kullanılıyor.
Yaşlı ve yorgun bedeni bitap düşünce 1990 yılında Mersin Limanı’nda batıyor. 1999 yılında tekrar gün yüzüne çıkmanın sevincini yaşarken, bu sefer de jilet olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor.
Tarihî kimliği buna izin vermemiş Nusret’in. 2003 yılında aslına uygun şekilde boyanmış, temizlenmiş, paklanmış.
Tarihin taşlı yolları
Tarsus’un tarihi zenginlikleri arasında, bizim olmayan ama artık bizden olan şeyler de var. Romalılardan kalan antik cadde, kazı esnasında tesadüfen bulunmuş. Zeminin 5 metre altında ortaya çıkan bu yapı, Tarsus’un binlerce yıllık geçmişine tercüman oluyor. Bazalt taşlarıyla yapılan yolun 7 metre genişliğinde ve 68 metre uzunluğunda bir kısmı ortaya çıkarılmış.
“Yola giriş ne taraftan?”, diye sorduğumuz simitçi, “İlerde sağda” diye tarif ediyor. Tarif ettiği yere gidince bir de ne görelim. Tarif edilen giriş, tel örgülerin kesildiği bir köşeymiş. Kısacası giriş yasak, ama neye göre, kime göre?
Bir yol da Sağlıklı köyünde. Merkeze 15 kilometre uzaklıktaki köye doğru yola koyuluyoruz. Dağların tepelerinde, zirveye yakın bir yerde yolu buluyoruz. Bu yol, merkezdekinden biraz farklı. Ve buraya girmek yasak değil. Yolun genişliği 2.90 ile 3.00 metre arasında değişiyor ve uzunluğu ise 3 kilometre. Zamanında bu yoldan nice ordular, nice kervanlar geçmiştir. Bu düşünceyle yolda ilerliyor, yağmurun müsaade ettiği yere kadar gidiyoruz.
Değişen şelale ve susuz köprü
Yolların peşinde yürüdükten sonra merkeze dönüyoruz. Karşımıza Tarsus Şelalesi çıkıyor. Suyun kenarına varıyoruz, sanki cennetten bir köşe gibi burası.
Berdan Çayı’nın üzerindeki Tarsus Şelalesi’nin bir hususiyeti var. Şelalenin güzergâhı, M.S. 500’lü yıllarda Kral Justinyen tarafından değiştirilmiş. Çayın kenarında gördüğümüz duvarlar, bu hadisenin kanıtları gibi duruyor.
Şelaleden sonra suyu takip ederek Justinyen Köprüsü’ne ulaşıyoruz. Köprü, Berdan Çayı’nın güzergâhı değiştirildikten sonra 6. yüzyılda yapılmış. 1978 yılında restore edilmiş. Çayın hemen kenarında, ama bir damla su bile akmıyor artık altından.
Tarsus sokaklarında gizlenenler
Tarsus camileriyle, tarihî mekânlarıyla, Ashab-ı Kehf’iyle gerçek bir kültür şehri. Her sokağında bir tarih saklı. Mencik Baba bunlardan bir tanesi. Nakşibendî şeyhlerinden olan bu zat, Anadolu’nun İslâm’la müşerref olma dönemlerinde Türkmenistan’dan çıkıp gelmiş. Bugün, türbesinde ziyaretçilerini bekliyor.
Tarihindeki değişim ve farklılıklar, bugünün insanlarına da yansımış. Yöresel kıyafetler giyenler renk katıyorlar sokaklara. Tarihî dükkânlar, cezeryeciler, kahveciler… Tarsusî kahve diye bir şey görüyor, merak edip dükkândan içeri giriyoruz. Meğer kahve aynı kahveymiş, sadece çay bardağında servis edildiği için adına Tarsusî kahve deniyormuş.
Geçmişi ve bugünüyle güzel
Çoğu zaman geçmişi umursayan olmaz. Geçmiş geçmiştir, geçip gitmiş ve bitmiştir. Ne yazık ki yeni neslin çoğu böyle düşünüyor. Elbette istisnalar var, fakat sayıları kaideyi bozacak kadar çok değil. Gençlerin, annelerin, babaların, herkesin şunu bilmesi gerek: Bizi biz yapan tarihimizdir, geçmişimizdir. Bunu bilmezsek ne Ashab-ı Kehf’i ziyaret etmenin lezzetine varabilir ne de Nusret mayın gemisi gibi bir kahramanı koruyabiliriz.
Enseyi de karartmamak gerekiyor. Çünkü Tarsus bu noktada insanlara umut veriyor. Şehir, maddi ve manevi değerlerine sahip çıkmayı, onlarla bir olmayı başarabiliyor.
Kışın soğuğuyla çıktığımız bu yolda, güzellikleriyle içimizi ısıttı Tarsus. Her gidişin bir dönüşü vardır. Bizim için de yolun dönüşü görünüyor. Bir daha gelebilmek, bu güzellikleri görebilmek ümidiyle.
Tarsus’ta ne yenir, ne içilir?
Tarsus’u gezdik, manevi lezzetlerinden tattık, tarihî güzelliklerine daldık. Peki, Tarsus’ta ne yiyip içebiliriz?
- Karsambaç
- Kaynar
- Cezerye
- Humus
Tarsus adı nereden geliyor?
Kimler gelmiş buralara kimler gitmiş. Her gelen farklı bir isim vermiş. Hititler “Tarşa”, Asurlular “Tarzi” demişler. Tarsus, “Mir’at’ ül-İber” adlı kitapta yazdığına göre, Hazreti Nuh’un (a.s.) torunu Tarasis tarafından kurulmuş. Tarsus’un ismi önce Grekçe Tarsos, daha sonra Latince Tarsus olarak kullanılmış.
İlklerin şehri
- Dünyada ilk kanalizasyon sistemlerinden biri burada uygulanmış.
- Türkiye’de ilk elektrik enerjisi burada üretilmiş.
Elden ele bugünlere
Yapılan arkeolojik kazılar, Tarsus’un tarihini M.Ö. 7000 yılına kadar dayandırıyor. Bereketli topraklar olduğu için, herkes buranın sahibi olmak istemiş. Finikeliler, Büyük İskender, Romalılar ve daha niceleri gelip geçmiş. Sıra İslâm nuruyla aydınlanmaya gelmiş. Önce Emevî Halifesi Hazreti Muaviye (r.a.), sonra da Abbasi Halifesi Harun Reşit, Tarsus’u fethetmiş. Herkes sahip olmuş Tarsus’a, ama kimse elinde tutamamış. 1375’ten sonra Ramazanoğulları ve Dulkadiroğulları Beyliği’nin yönetimine geçmiş, 1517’de de Osmanlı topraklarına katılmıştır.