Yağmura tebessüm katarak, babasının elini saf bir sevgiyle tutan çocuğun paytak adımlarında aralıyorum günün kapısını
Ahsen-i takvim” üzere yaratılan şu kâinatta, kendimize, kalem tutabileceğimiz bir mesken ararken, yolumuzun düştüğü Çayeli’nin misafiri olduk. Deniz, yeşil ve bol bol yağmur… Uzunca bir zamandır kalkmak bilmeyen, evine gitmeye üşenen bir misafir edasıyla günlerce gökyüzünün dökülen yaşlarının ısrarında, sahilde dalgaların coşkuyla gökyüzüne mesaj vermek istercesine coşkuya gelip kayaları dövdüğü anları sıklıkla temaşa eyleme fırsatının ayağımıza geldiği bir ortamdaydık. Dalgaların kenara her vuruşunda, uzak bir sefere çıkmış kaptanın hüznüyle beraber hatıra defterine bir şeyler not etmesi gibi, bu benim seferimde, uzak ufukların mor bulutlu penceresinden, kâğıdıma damlayan bir beyit:
Çıktığım seyran-ı hoş sadâ-yı nâm
Mevc-i bahr-i hüzn ile her subh u şâm
(Fermânî)
Sokak ortasında ağlayan bir çocuğun sesi ile uyanmak, nasıl bir duygudur, insanın morali nasıl tarumar olur, tahmin edersiniz. Hele ki, gün daha yerinden yeni doğrulurken yanında, yakınında kimi, kimsesi olmayan çocuğun gözyaşları, düşen yağmur tanelerine arkadaş olup asfaltın zift karası kalbine tesir etmeye çalışırken bir yardım eli bekliyor ama bulamıyorsa. “Kaybolmuş olmalı, acaba anne-babası merak etmiyor mu evladını?” diye düşünürken, biraz ileride, yağmurun ıslak göğsüne sığınarak, koşar adım sağda solda, sorgu dolu gözlerle evladını arayan babanın hüzünle karışık merakına takılı kalıp olayın devamını seyre dalıyorum. Evet, çocuk kaybolmuş, burada yanılmadım, ama ebeveynin evladını merak edip etmemesi hususunda yanıldığımı itiraf edeyim. Sanki yıllardır görüşmeyen evlat ve babanın kavuşmasına kulak kabartıyorum:
– Baba, çok korktum. Ya bana bir şey olsaydı? Sahi, bana bir şey olsa ne yapardın?
– Korkma ciğerparem, senin eline diken batsa benim canım acır. Korkma, ben geldim, yanındayım.
Dalıyorum yeniden bir düşünceye. Üç evladını toprağa veren amcam geliyor aklıma. Aradan bunca zaman geçtiği halde, nerede onları hatırlatan bir şey görse, yüzündeki hüznü fark etmek zor olmaz. Güldüğünde bile gözlerinde gizler hüznünü. Ağaçlara çarpıp yere düşen yağmur tanelerinin tesirine kapılınca Akif Paşa’nın şu sözleri geçiyor aklımın köşesinden. Çocuklarının mezarları başında amcamın sesiyle okuyor gibiyim:
Tıfl-ı nâzenînim unutmam seni,
Günler, aylar değil geçse de yıllar,
Telh-kam eyledi firakın beni
Çıkar mı hatırdan o tatlı diller?
Yağmura tebessüm katarak, babasının elini saf bir sevgiyle tutan çocuğun paytak adımlarında aralıyorum günün kapısını ve gayr-i ihtiyarî mırıldanıyorum:
Yâ İlâhî bu misâfir-hânede eyleme hazân
Ağlamasın tıfl-ı nâzenîn hele ki vakt-i bârân
(Fermânî)